İstiklâlimizin Şâiri : Mehmet Âkif Ersoy

mehmetakifersoy

Âkif, milletimizin var oluş mücadelesini şiirleri ile çok veciz bir şekilde ifade edebilmiş aksiyoner bir düşünürdür. Onun zengin fikir dünyası ve şiirlerindeki arka planı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Sadettin Ökten ile medeniyet perspektifinden ele aldık.

Âkif’in hayat hikâyesine kısa bir bakış

27 Aralık 1873’te İstanbul Fatih’te dünyaya gelen Mehmet Âkif ilköğreniminin ardından Fatih Merkez Rüştiyesi’ni bitirdi. Bunun yanı sıra babasından temel dînî bilgiler alırken bir yandan da Arapça, Farsça ve Fransızca bilgisini geliştirdi. Mülkiye mektebinde iken yazdığı şiirlerle edebiyatçılardan büyük övgü topladı. 1893’te Mülkiye Baytar Mektebi’ni birincilikle bitirdikten sonra yirmi sene Ziraat Nezareti’nde memuriyette bulundu ve Anadolu’nun pek çok şehrini dolaşma imkânı elde etti. 1894’de 21 yaşında, İsmet Hanım’la evlendi. Edirne’de gezici görevde bulundu. 14 Mart 1895’de yayımlanan ilk şiiri “Kur’ân’a Hitap” Mektep Mecmuası’nda çıktı. 1908’de Sebîlürreşâd’ın ilk sayısı ve Âkif’in bu dergideki ilk manzûmesi olan “Fatih Camii” yayımlandı. Aynı yıl Dârülfünûn’da Edebiyat-ı Umûmiye derslerine girdi. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Eşref Edip’in sahibi olduğu Sırat-ı Müstakim ve daha sonra Sebîlürreşâd dergilerinde makaleler ve çeviriler yayımlamaya devam etti. 2 Şubat 1913’de Beyazıt Cami Kürsüsü’nde halkı birliğe ve yurt savunmasına çağırdı. 7 Şubat 1913’de ise Fatih Cami Kürsüsü’nde konuştu. 1914’ün ilk aylarında Kahire ve Medine ziyaretlerinin ardından memuriyet görevinden istifa etti ancak müderrisliğe devam etti. Savaş yıllarında Berlin’de daha sonra da Necid’de gözlemlerde bulundu. Yurda döndükten sonra Anadolu’da başlayan harekete destek verdi ve 23 Ocak 1920’de Balıkesir’de Zağanos Paşa Camii’nde halkı düşmana ve bozgunculara karşı birlik olmaya çağırdı. Haziran 1920’de isyancıları bastırmak üzere Konya’ya gönderildi. 5 Kasım 1920’de Kastamonu Nasrullah Camii’nde Sevr Anlaşmasını anlatarak halkı birliğe ve milli mücadeleye çağırdı. Bunun üzerine 1920’de Darü’l-Hikmet’teki başkâtiplik görevinden uzaklaştırıldı. TBMM’nin kurulmasının ardından Burdur mebusu olarak görev yaptı. Meclis’in bir millî marş güftesi için açtığı yarışmada istenen netice alınamayınca 5 Şubat 1921’de Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver bir mektupla Mehmet Âkif’e başvurarak İstiklâl Marşı Yarışması’na katılmasını istedi. 17 Şubat 1921’de İstiklal Marşı’nı yazdı ve 12 Mart 1921’da Meclis’te büyük bir beğeniyle kabul edildi. 6 Mart 1925’de hükümet, diğer bazı yayın organlarıyla birlikte Sebîlürreşâd’ı da kapattı. 1926’dan sonra Mısır’da yaşamaya başlayan Mehmet Âkif, Câmiu’l-Mısriyye’de Türkçe dersleri verdi. 1928’de damadı Ömer Rıza Doğrul, Safahat’ın mevcudu tükenmiş ciltlerini yeniden bastırdı. Kabil Elçiliği’ne giden Hikmet Bayur, Mısır’da Âkif’ten Kur’ân çevirisini istediyse de alamadı.

Sonrasında Eşref Edip de istedi ancak ona da vermedi. Yaklaşık on yıl süren Mısır hayatı sonrası hastalandı. Hava değişimi için 1935’te Lübnan’a, 1936’da ise Antakya’ya geçti. Ardından İstanbul’a dönen Mehmet Âkif, 27 Aralık 1936’da vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır. Cemile, Feride, Suad, Emin ve Tahir isimlerinde 5 çocuğu bulunan Mehmet Âkif’in en önemli eseri ise Safahat (1911), Süleymaniye Kürsüsünde (1912), Hakkın Sesleri (1913), Fatih Kürsüsünde (1914), Hatıralar (1917), Asım (1924), Gölgeler (1933) şeklinde yedi kitaptan oluşan Safahat’tır.

Prof. Dr. Sadettin Ökten ile Mehmet Âkif Ersoy üzerine söyleşi

Efendim isterseniz öncelikle Mehmet Âkif’in içerisinde yetiştiği toplumsal şartlar, dönemin belli başlı özellikleri ve onun fikir dünyasını şekillendiren ortamı ele alarak başlayalım.

Elbette. Mehmet Âkif’in doğumu 1873, İstanbul. 19. yüzyılın son çeyreği olduğuna göre muhtemelen 1880’leri ve Sultan II. Abdülhamid dönemini hatırlamaya başlar. Meşhur 93 harbi yeni bitmiş, Osmanlı Devleti tabii büyük bir sıkıntı içinde. Gerçekte Osmanlı Devleti bir siyasi yapılanmadır. Bu siyasi yapının arkasında büyük bir medeniyet bulunmaktadır. Esas sıkıntı o medeniyetin açmazlarıyla ilgilidir. O medeniyet Batı’nın sanayi devrimi karşısında çözüm üretemiyor, dolayısıyla o medeniyetin üzerinde emperyalist Batı’nın getirdiği büyük bir baskı var. İşte o medeniyet Müslüman bir dünyayı savunan bir medeniyet ve devlet. Çünkü padişah hem sultan hem de bütün müminlerin halifesidir. Şimdi, bu resim içerisinde bir çözümsüzlük söz konusu. Sultan II. Abdülhamid çok gayret sarf ediyor ama o gayretlerin sonuca götürüp götürmeyeceği büyük şüpheler uyandırıyor. Bu noktada Osmanlı entelijansiyası ikiye bölünmüş durumda: bir kısmı Batıcı bir kısmı ise muhafazakâr. Bu gerilimin içinde doğuyor Mehmet Âkif. Fakat o ve ondan sonraki bir-iki neslin daha, şansı ve büyük bir imkânı özgün Osmanlı medeniyetini tanımalarıdır. O medeniyet içinden söylüyor ve yazıyorlar. Bu, Âkif’in en belirgin vasfıdır. Birkaç nesil sonra artık o kayboluyor. Herhangi bir medeniyetin bozulmamış, örselenmemiş, inhiraf etmemiş özgün şekliyle biçimlenmek çok mühim bir şey hayatta. Şahsiyetin oluşmasında bir medeniyetin özgün mensubu olmak… İşte Âkif öyle bir mensubiyete haiz. Ve bu mensubiyet üzerinde ölene kadar mesajını vermeye çalışıyor. Önce Türkiye’ye sonra İslâm âlemine ve sonra da bütün dünyaya yayıyor. Konuştuğu dil Türkçe, dolayısıyla o mesaj o günlerde biraz mahdûd kalıyor. Ama dünyada Türkiye’nin itibarı giderek arttıkça Âkif’in mesajı daha da yayılacaktır diye düşünüyorum. Kısacası Âkif büyük bir gerilimin içinde doğuyor. Bu gerilim Osmanlı Devleti üzerinde görülüyor ama aslında İslâm medeniyetinin açmazlarından kaynaklanan bir gerilim. Bu açmazların esasında geçici olduğunu insanlık 1950’lerden sonra anlayabilmiştir. Pek tabii olarak, böylesine gerilimli ortamlarda İslâm mütefekkirleri çok daha üretken olmuşlardır. Gazzâlî, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Mevlana gibi örnekler akıllara geliyor. Elbette, sorun varsa fikir ve çözüm üretilebiliyor. O dönemde Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık gibi pek çok fikri akım var. Osmanlı entelektüelleri çözüm arıyorlar, çoğunun buluştuğu ortak nokta Osmanlı medeniyet anlayışının bir çözüm getirmediği noktasında. Hâlbuki bir medeniyet anlayışı çözüm getirmez. Çözüm üretmez. O ana ilkeleri söyler. Çözümü siz o anlayıştan istihraç edeceksiniz eski tabirle, çünkü çözüm pratiğe dönük bir olgudur. A’yı B’yi yap C’yi yapma şeklinde kurallar söylemeniz gerekli. O noktada Osmanlı’da -haklı olarak- biraz gelenek ön plana çıkmıştır.

Âkif’in hayatında göz ardı edilen en önemli noktalardan biri, 1926’dan sonra gittiği Mısır’ın onun düşünce dünyasındaki etkisidir. Mısır, Anadolu’da siyasi ve sosyal bir kargaşanın yaşandığı dönemde kısa bir süreliğine İslâm medeniyetinin birikimini muhafaza ediyor.

Ama o dönemin bir özelliği muhafazakâr Osmanlı entelijansiyasının, özü çok sağlam tutmuş olmasıdır. Bu çok mühim bir gerçektir. Yani öz inhiraf etmeden bugüne kadar gelmişse bu, o dönemde özü kaybetmeyen o entelektüeller sayesindedir. Ancak yine de hiçbir akım meselenin bütününü göremiyor maalesef. Mesela Âkif bir dönem İttihat ve Terakki ile ilişki içinde ama sonradan değişiyor tabii, onların meselenin bütününü göremediklerini anlıyor ve bütün bu bakışlarından irca edip Mısır’a gidiyor. O dönem Cemaleddin Afgânî, Muhammed Abduh gibi isimlerle de ilgilendi Mehmet Âkif. Ama o isimler Osmanlı birikimi içinden çıkmadıkları için önerdikleri çözümler bana göre çok sağlıklı değildi. Yani Batı teknolojisinin altında ezilmiş insanlardı. Bugün görüyoruz ki artık teknoloji toplumlara huzur getirmiyor, sıkıntı getiriyor sadece. Onlar biraz erken konuşmuşlar. Âkif de bir dönem onlarla birlikteymiş, bu da bir realite. Ama temel düşünce yapısını oluşturmuyor tabii. Diğer akımlar da meselenin bütününü göremiyorlar. Bu çok da normaldir zaten. Çok büyük bir problem var kapımızda. Gecikmiş problemler var, çözülememiş, insani ölçülerde kalarak çözülmesi mümkün olmayan sorunlar bunlar. Yani Batı rasyonalizminin ortaya koyduğu büyük problemleri tanımak için 20. yüzyılı beklemek gerekiyordu. Bunlar şimdi iyi kötü tanımlandı. Bu problemler 18. yüzyılın sonunda ya da 19. yüzyılda tanımlanamamış olabilirler. Ama mühim olan, muhafazakâr entalijansiyanın ana köklerden kopmadan o anlayışa karşı sadakati bize nakletmesidir. Mühim olan burasıdır.

Tabii İstanbul’un ayrı bir önemi var Âkif’in yetişmesi noktasında. İstanbul o dönemde de bütün İslâm âleminin kültür ve medeniyet merkezi konumunda. Saltanat şehri. Halifenin şehri. Bütün İslâm medeniyetinin modern zamanlardaki birikimi İstanbul’da tecelli ediyor. İşte Âkif bundan nasipleniyor, onun için çok mühimdir İstanbul’da olması. Şimdi artık durum böyle değil tabii. Çünkü onu yaşatan insanlar ve o muhit kayboldu. Biz şimdi onun izlerini görmeye yakalamaya çalışıyoruz. Ama Âkif bizzat içinde yaşadı. Böylesine özgün bir medeniyet havzası da kolay meydana gelmiyor. Kendisini etkileyen isimler arasında Sâdî, Hâfız gibi şairleri sayabiliriz. Osmanlı şiiri ve edebiyatı da Âkif’e büyük tesir etmiştir. Bunun dışında ve en önemlisi Osmanlı zevkidir. İslâm medeniyetinin geldiği nokta o mimari, o sesler, o renkler, o fizik âlemi, o düşünce sistemi, o duygusal vasat, bunların hepsi Osmanlı medeniyetinin modern zamanlardaki bir şayiası. Dolayısıyla Âkif de bu muhteşem ortamdan nasiplenmesini bilmiştir.

Âkif’in hayatında pek çok memuriyet görevinde bulunmuş, bunların yanında Sebîlürreşâd, Sırat-ı Müstakîm gibi dergilerde fikir yazılarını yazmaya devam etmiş ve sadece şiirlerle değil öteki edebî alanlarda da mücadelesini sürdürmüş olduğu görülüyor. Böylesine üretken ve mücadeleci bir anlayışın kaynağı ne olabilir?

Mehmet Âkif’inki bir kere büyük bir ruh. O ruhu bir ayna gibi düşünürseniz her ışık onda ayrı bir akis uyandırıyor. Üretkenliği buradan kaynaklanıyor. Büyük bir problem karşısında bir çözüm üretme çabası ortaya koyuyorlar. Ziya Gökalp, Eşref Edip, Said Nursî vb. gibi Âkif de çözüm arıyor ve fikir üretiyor. Bu çözüm önerileri bugün için geçerli olabilir de olmayabilir de, bu önemli değil. Önemli olan husus şu: Bir yerde Âkif’in yaptığı ‘sâbit kadem’dir, yani ayağını sabit tutmaktır o da İslâm medeniyetinin temeli olan İslâm inancı ve sünnet-i nebi noktasında sabit olmaktır. Sünnet-i seniyyede çok sağlamdır Âkif. Zaten bir medeniyetin ana kaynakları sağlamsa mutlaka ve mutlaka hayat karşısında o medeniyet yeni çözümler ortaya koyar. Âkif o medeniyetin ana kaynaklarını çağına göre güncellemiştir. Daha büyük İslâm mütefekkirlerinin ve sanatçılarının getirdiği o zincirin mühim bir halkası olabilmiştir. Ondan sonra gelen akımlarla ayakta durmaya çalışıyoruz.

O dönemde ezanların Türkçe okunması tartışılıyor, Türkçe ibadet tartışılıyor ve mesela Diyanet, Âkif’ten bir Kur’ân meali yazmasını istiyor. Meselenin bu boyutu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Evet, o bir problemdir. Dönemin Türkiyesi’ndeki bazı asker elitleri özellikle bir modern kavramsal yapı oluşturmaya ve dînî söylemi de kendi modernlik anlayışlarına göre yapılandırmaya çalışıyorlar. Bu medeniyete bir değişiklik yaptırmak istiyorlar ama nasıl olabileceğinden pek haberleri yok. Bu toplum neyin bir sembolüdür, bundan haberleri yok, zannettiler ki bu toplum hemen değişir. Ancak Âkif’le beraber bütün Osmanlı muhafazakâr entelektüelleri bunun farkında elbette. Buradaki ‘modern’ de bize göre bir modernliktir, yoksa Batı’nın felsefî ve kültürel modernizm anlayışı ile bizimkisi çok farklıdır. Âkif de Türkçe’ye ve yanı sıra Arapça’ya çok hâkim elbette. Çok güçlü bir dili var. Dini de biliyor. Ona sipariş ediyorlar Kur’ân mealini. Ama tabii Âkif onu yok ediyor kısa bir müddet sonra. Başkasına da verdiği söyleniyor ama bana göre Allah o meali dâr-ı bekâya tevdî etti. Çünkü o çalışma üzerinden bir başka söylem dile getirilebilirdi ve bu taraftar bulabilirdi. Âkif’in prestijini Türkiye’deki modernler kendi emelleri için kullanmak isteyebilirlerdi. O zaman hem Âkif’e yazık olurdu hem de o fikre kapılmak isteyen insanlara yazık olurdu. Bu nedenle öyle veya böyle en ufak bir şekilde suistimal edilmesinden korktuğu için onu yok etmiştir.

Âkif’in en belirgin vasfı henüz bozulmamış ve inhiraf etmemiş Osmanlı medeniyetini tanıması ve bu medeniyetin içinden konuşuyor ve yazıyor olmasıdır.

Özellikle bizim neslimiz Âkif’i daha çok vatan sevgisini dile getiren istiklâl tutkunu bir şair olarak görüyorlar ama sanırım burada vatan ve istiklâlin ne demek olduğu konusunda kafalarımız biraz karışık öyle değil mi? Onun yaşadığı dönem vatan topraklarının çok geniş olduğu bir dönemdi. Bu açıdan bakıldığında Âkif’in vatan telakkisi hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Vatan, medeniyetinizin ahkâm ve biçimlerinin geçerli olduğu yerdir. Şimdi biliyorsunuz bu 21. yüzyılın ilk on yılında artık ulus-devlet çatırdamaya başladı. Sanayi devriminin ve kapitalizmin tanımladığı şekliyle ulusdevlet diye bir şey yok. O dönem Osmanlı’da ve Âkif’in anlayışında millet-i İbrahim ya da ümmet yaklaşımı var. Avrupa’nın Amerika’nın ulaşmak istediği yapı da böyle bir şeydir. Onlar da bir ümmettir. Dolayısıyla o militarist, şövenist vatan anlayışı bence de yeniden tartışılmalı. Âkif ise daha geniş bir perspektiften bakıyor hadiseye. Tabii, bizim medeniyetimizde esas olan hizmettir. Kuru bir istiklâl kavgası söz konusu değildir. Devlet kavgası söz konusu değildir. Devletin bir amacı vardır: devletin amacı ümmete, millete, nâsa, halka ve ahaliye hizmettir. Daha net söyleyelim; Allah’a kul olana hizmettir. Bu noktada ırk anlamında hiçbir ayrım söz konusu değildir. Sonra artarak bütün insanlığa hizmet etmek temel hedeftir. Bu çerçevede istiklâl kavramının manasını da yeniden tartışarak onun bir tahakküm ile ilgili değil, hizmet ile irtibatlı olduğunu ortaya koymamız gerektiğini düşünüyorum. Mesela İstiklâl Marşı çok özel şartlar altından yazılmış olmasına rağmen yine de bu duyguyu hissettirir. “Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli-” diyor. Yani ezanın okunduğu her yerde medeniyetimizden veya onun biçimlerinden bahsedebiliriz.

İstiklâl Marşı deyince, onun yazıldığı Taceddin Dergâhı da akla geliyor. Âkif’le beraber çok zikrediliyor bu dergâh Âkif’in hayatında nasıl bir rolü vardır burasının?

Evet, Ankara’da çok hoş bir yerdir, zamanında ona tahsis edilmiş ama bundan daha fazlası yoktur. Bana göre çoğu zaman göz ardı edilen bir nokta vardır: Âkif’in hayatında asıl dönüm noktası 1926’dan sonra gittiği Mısır’dır. Çok mühim bir dönemde 53-63 yaş arasında, olgunluk döneminde gittiği Mısır…. O dönemde birçok insan Mısır’a gidiyor. Yani büyük adamların kişilikleri böyle. İllâ ki devletin sürgüne göndermesi vs. gerekmiyor. Üzerlerinde bir baskı hissettiklerinde birçok şeyi terk edip gidebiliyorlar. Onlar hayatı sıradan insanlar gibi yaşamıyorlar çünkü. Onların büyük idealleri vardır. Ruhlarındaki o fırtınayı, o büyük ruhi gerilimi veya itmi’nanı zedeleyen herhangi bir ortamda durmazlar. Mekânı terk ederler, zamanı da terk edebilirler. Âkif’inde öyle olmuş. Peki, neden Mısır’a gidiyorlar, belki Mısır’da daha rahat yaşayabiliyorlar. Belki bunun üzerinde durmak gerekiyor. Sadece Âkif değil, Mustafa Sabri Efendi de gitmiştir. Daha pek çokları… Ali Ulvi Bey mesela önce Medine’ye gidiyorlar fakat o okumak için Kahire’ye geliyor. Biz Mısır’ı belki bu cephesiyle hiç tanımıyoruz. Acaba Mısır belli bir medeniyet birikiminin bir süreliğine hayatiyetini muhafaza etmesi ve gelişmesi için ayrı bir yaşama ortamı mı sağladı bu insanlara ki Türkiye’de ortam müsait olunca tekrar dönebildiler. Âkif de döndü ve Mısır’da edindiği birikimi Türkiye’ye aktardı. O açıdan Mısır’ın Âkif’in hayatı ve düşünceleri üzerinde çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.

Âkif, yaşadığı dönemde tek olarak sivrilebilmiş, gerçekten ön planda olan bir düşünür ve şair olarak görüyoruz. Ancak Sezai Karakoç’un da söylediği gibi ‘Âkif’i anlamanın en iyi yolu Yahya Kemal’le birlikte değerlendirmektir.’ Bu çerçevede acaba Âkif’in dönemindeki diğer isimlerle ilişkisi ne boyuttaydı ve kendisinden sonra çizgisini sürdüren bir akımdan söz edebiliyor muyuz?

Âkif İslam dininin, Yahya Kemal İslâm medeniyetinin şairi olarak nitelendiriliyor. Esasen din ile medeniyet birbirinden ayrı değil. Medeniyet dinden neşet ediyor. Temel kabul din, ama birisi savaşın ön cephesinde -tabiri caizse yalın kılıç büyük bir arbedenin içinde. Ötekisi ise epey geride ama daha geniş bir manzarayı görüyor ve o geniş manzara üzerinden günlük hadiselere fazla takılmadan konuları ele alıyor. Yahya Kemal söz konusu koca maziyi bugüne taşıyor. Bu çok mühim bir şeydir çünkü mazinin bugüne taşınmış halini gördüğünüz zaman bugünün gözlüğü ile maziye bakıp oradaki değerleri yakalayabiliyoruz. İşte Yahya Kemal olabildiği safiyeti ile maziyi bugüne taşıyor. Âkif ise Yahya Kemal gibi maziyi bugüne taşımaktan ziyade problemi çok veciz ve ateşli bir şekilde dile getirmiştir. Safahat’ın Süleymâniye Kürsüsünde isimli bölümüne bakıldığı vakit, orada sadece günün problemlerinin çok veciz ve etkili bir üslupla dile getirildiği görülür. Ama Süleymâniye’nin gerçekte ne anlama geldiği, arkasındaki o büyük maziyi Yahya Kemal’in Süleymâniye’de Bayram Sabahı şiirinde görebiliyoruz.

2011 yılının Mehmet Âkif Ersoy yılı ilan edilmesi ve İstiklâl Marşı’nın kabulünün 90. yılı çeşitli etkinliklerle ele alınıyor. Sizce onu daha iyi anlamak için neler yapmalıyız?

Farklı kaynaklardan dönemi iyi okumak ve anlamak lazım. Sadece Osmanlı olarak değil dünya konjektürü olarak, İslâm medeniyeti açısından o dönemi iyi anlamak gerekiyor. O resmin içinde Âkif daha bir anlam kazanıyor. Biraz felsefe, Batı tarihi, sanayi devrimi, Batı emperyalizmi, İslâm dünyasının durumu ve hepsinin içinde Âkif’i ve Türkiye’nin macerasını anlamak lazım. Birinci Dünya Savaşı’nı ortaya çıkaran sebepler, Türkiye’nin bu sebepler karşısındaki konumu, savaşın başlangıcında Osmanlı’nın şansı nedir, yerli kaynaklar bir şey söylemiyor bu konuda tabii. Biraz farklı kaynaklara baktığımızda resim değişiyor. Akif bu dramın farkındadır. Bu nedenle Âkif’in büyük çıkışının çığlığı, sadâsı sivriliyor…

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir