Velayetin sıra dışı dehâsı

velihat

Tasavvuf ve manevi ilimler ehlinin “Şeyh-i Ekber” ya da “Veliler Sultanı” olarak nitelediği âlim, zahit, seyyah ve pir Muhyiddin İbn-i Arabi günümüzde onu anlamayanlar ve anladığını düşünenler gibi iki soruna rağmen tüm dünyada yola girmek isteyenlerin ve yolda sabit kalmak arzusunda olanların kılavuzu olmaya devam ediyor.

Ehl-i tasavvuf âlimlerin kimisine göre, Peygamberler müstesna, insanların vasıl olabileceği en yüksek ilim, idrak ve keşif seviyelerine ulaştığı söylenen Muhyiddin İbn-i Arabi, daha çocukluğundan başlayarak çağlar boyunca hayranlık uyandırdığı gibi amansız eleştirilere ve düşmanlıklara da hedef oldu. Sultanların ve ariflerin itibarını kazandığı gibi hapislere de atıldığı, zehirlenmeye çalışıldığı da oldu. Hatta vefatından sonra kabri tahrip edilerek ortadan kaldırıldı. Ona nispet edilen şu meşhur menkıbe esasen onun hakikat planındaki işlevinin adeta özeti gibi: “Muhyiddin İbn-i Arabi, Şam’da iken dönemin dindarlarına şöyle hitap eder: ‘Sizin taptıklarınız benim ayağımın altındadır’… Sevenleri kadar sevmeyenleri ve eleştirenleri hatta (özellikle Selefiler, Vehhabiler ve İbn-i Teymiyeciler arasında) tekfir edenleri de bol bulunan İbn-i Arabi’nin bu kelamı zamanın uleması tarafından ‘Allah benim ayağımın altındadır’ demiş gibi tefsir edilip küfre düştüğüne hükmedilir. Ancak aradan iki asra yakın zaman geçtikten sonra bu sözlerinin manası ortaya çıkacaktır. Rivayete göre Yavuz Sultan Selim Şam’ı fethettiğinde İbn-i Arabi’nin kaybolmuş kabrini buldurur. Bu sözleri ettiği yeri kazdırıldığında ise ortaya çıkan bir küp altın, hazretin sözlerinin gerçek manasını da ortaya çıkarmış olur. Dini sadece zahiri kalıplara hapseden, dini kavramları manasından saptıran ve salt bir toplumsal nizam aracına indirgeyenlerin aslında ne kadar maddeperest olduklarını o da kendi irfanı ve keşfine uygun olarak böyle ifade etmiştir.”

İbn-i Arabî’yi anlamamak ve yanlış anlamak

Mevlana Celaleddin Rumi ile beraber eserleri dünyada en çok basılan ve okunan İslam tasavvuf üstatlarından olan Şeyh-ül Ekber namlı Muhyiddin İbn-i Arabi için bu menkıbeden de yola çıkarak şu tanımlamayı yapmak aslında erbabı için hiç de iddialı ve abartılı sayılmaz: “İbn-i Arabi’nin iki tür okuru vardır; onu anlamayanlar ve yanlış anlayanlar”. İbn-i Arabi’nin günümüzdeki en ünlü çevirmenlerinden William Chittick’in “Onu okumak başka şey, anlamak ise bambaşka bir şeydir” demesinin
nedeni de aynı sebep olsa gerek. Tasavvuf erbabının büyük kısmının ve itibar edenlerin Şeyh-i Ekber namıyla andığı İbn-i Arabi’nin “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür” sözleri de aslında bu gerçeğin bir ifadesi ve bir ikazı niteliğinde. Onun bu ifadesinden de anlaşılacağı üzere eserlerinde ve sohbetlerinde temas ettiği manalar, rüyetler, keşfi ve deruni hakikatler rasyonel akılla yorumlanacak şeyler olmadığı gibi ancak bu manalara ve bu yola ehil olan “hass-ül havass” tabir edilen nadir ve mübarek zevatın idrak edeceği türden. Bununla beraber eserleri günümüzde özellikle Batı dünyasında uzun yıllardan beri popüler okuyucuya giderek artan bir ilgiyle sunulmaya devam ediliyor. Oysa geçmişte olduğu gibi günümüzde de hayranları ve dostları kadar düşmanlarının da sayısı oldukça fazla. Anlaşılamamış olan birçok mutasavvıf ve mükaşefe âlimi gibi onun da zahirdeki akıbeti yargılanmak ve tekfir edilmek olmuş. Bilinen ve bilinmeyenin, var olan ve henüz kuvveden fiile çıkmamış olanın, her şeyin Allah’tan olduğunu bilen ve kabul eden ama daha varlık ya da yokluğu tanımlamaktan aciz olanların sırf “Varlığın birliğinin ve bütünlüğünün Allah olduğunu iddia ediyor” şeklinde anladıkları onun görüşlerini sadece rasyonel akılla yorumlayarak yine ironik olarak onu tekfir etmeleri ve öldürmeleri de aslında zikredilen istisnalarını ayrı tutmak kaydıyla aynı gerçeği gösteriyor: “İbn-i Arabi’nin iki tür okuru vardır; onu anlamayanlar ya da yanlış anlayanlar”. Allah’ın yüksek veli kullarına nasip ettiği sezgisel, kalbi ve zihni melekelere sahip olmayanlar için hayli sıra dışı özelliklere ve hayata sahiptir İbn-i Arabi. Yani günümüzün tabiriyle sadece rasyonel akla başvurmaktan başka yetisi olmayanlar için haliyle “sıra dışı”, “anlaşılmaz” bir isim. Zira ele aldığı mevzular ve bu mevzuları değerlendirme biçimi sıradanlıkla ne anlaşılır ne de ulaşılır türden. Bunu çok küçük yaşlardan itibaren şahsında ve hayat yolculuğunda görmek mümkün. 1165’te Endülüs İspanyası’nda doğan İbn-i Arabi İslam dünyasında gelmiş geçmiş en etkili ve en sıra dışı düşünür, âlim ve mutasavvıflarından biri. Mursiye kentinde hem zahiren hem bâtınen itibarlı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen İbn-i Arabi, gençliğini o dönem İşbiliye denilen Sevilla’da geçirir. Eseri Fütuhat-ı Mekkiyye’de belirttiği gibi 8 yaşında “yola girer” ve o dönem ailesinin de yakın bulunduğu Endülüs’ün büyük manevi rehberlerine devam eder.

“Varlık bir harftir, sen onun anlamısın, hayatta bir emelim yok ondan başka.”

Kadın bir mürşidenin talebesi Girdiği maneviyat yolunda feyz ve ilminden istifade ettiği bu hoca ve rehberlerin 70 kadarının ismini zikreder. Yani ilim tahsili de seyr-i süluku da tek bir mürşidin elinde olmaz. “Kadından mürşit olmaz diyenlerin” iddia ettiğinin aksine ilk mürşitlerinden biri Kurtubalı Fatıma bint el-Müsenne adlı bir zat olur. İbn-i Arabi, “Allah’ın sevgili kullarından biri” olarak nitelediği bu arife şahsın hizmetinde 10 yılı aşkın bir süre bulunur.

Keşif ve açılan manaları anlatmayı ya da yazmayı hoş görmeyen mutasavvıfların aksine o hemen her gördüğü rüya ya da rüyeti, girdiği halvetler esnasında kendisine açılan keşifleri kitaplarında nakleder. Kendi bildirdiğine göre daha çok küçük yaşlardayken ona manevi keşifler açılır ve bir takım rüyetler görmeye başlar. Henüz ergen döneminde geçirdiği manevi bir hâl onu Allah’a muhatap eder. Bu hadiseden sonraki tüm yazdıklarının aslında o anda gördüğü evrensel hakikatin yorumlanması, çeşitlenmesi olduğunu bildirecekti. Bu ve benzer manevi keşif ve rüyetler hayatının ilerleyen dönemlerinde devam etti. Oğlunun daha çocuklukta başlayan bu manevi hallerine açıklama getiremeyen babası onu en dönemin büyük filozoflardan biri olan yakın dostu İbn-i Rüşd’e götürür. Daha çocukken açılmaya başlayan manevi fetihlere malik İbn-i Arabi’nin mantık ve felsefenin büyük üstadı olan İbn-i Rüşd ile karşılaşması rasyonel düşünce ile irfanî idrak arasında bugüne kadar aşılamamış ve açıklanamamış olan o büyük uçurumun en bariz tezahürlerinden biri olur. Döneminin yüksek sosyetesine mensup bir ailenin çocuğu olarak ilk gençliğinde dünyevi lezzetler ile hakikat arayışı arasında bir kararsızlık geçirse de İbn-i Arabi’nin tercihi ariflerin yolu olur ve tasavvufa intisap eder. Ancak genç yaşlarındaki manevi açılımlara rağmen 19 yaşına kadar formel bir tasavvuf eğitimine girmez. Hadis, tefsir ve fıkıh gibi konularda isimlerini kitaplarında zikrettiği pek çok değişik hocadan ders alır.

Hem mürşid hem seyyah

20 yaşına geldiğinde artık İspanya’dan ayrılmasının da vakti gelmişti. Bundan sonra onun için sefer vaktiydi. Bu sefer onun hem manevi hem zahiri hem de coğrafi anlamda pek çok menzile uğramasını gerektirecek, ömür boyu sürecek bir seyahatin de başlangıcı oldu. O yaşından itibaren kendini tamamen manevi yola adayacak ama aynı zamanda İspanya’dan başlayıp, Selçuklu Anadolu’suna kadar dönemin İslam coğrafyasını içeren maddi bir yolu da hayatı boyunca sürdü. Kendisini hacca da götürecek olan bu ömür boyu sürecek seyahati süresince İşbiliye’den yola çıkarak Cezayir, Tunus, Fas, Mısır, Kudüs, Arabistan, Irak, Suriye ve Anadolu’nun belli başlı tüm büyük şehirlerinde bir süre konaklar. Zahir ve batın âlimleriyle, şehzadelerle dostluklar kurar. Bir yandan ilmini artırır bir yandan da dersler verir. Mekke ve Medine’ye uğrayan yolu Şam’dan geçerek Kayseri’ye kadar uzanır. Bu seyahatleri sırasında itibarlı ilim ocaklarında ders verdiği gibi tasavvufa olan intisabı onun âlimler ve ariflerle olduğu kadar asiller ve eşraf ile hatta politik çevrelerle yakınlaşmasına engel teşkil etmez. 1202 yılında gerçekleştirdiği hac seyahati sırasında Malatyalı bir âlim olan Mecidüddin İshak ile tanışır ve onunla Anadolu’ya kadar gelir. Mecidüddin’in ölümü üzerine onun dul eşi ile evlenir ve oğlu Sadreddin Konevi’yi de hem evladı hem de önde gelen tilmizlerinden biri yapar. İbn-i Arabi’den sonra büyük bir âlim olan Konevi, onun doktrininin en önemli savunucularından biri olacak ve yüzlerce kitaba imza atan üstadı İbn-i Arabi gibi o da pek çok eser bırakacaktı. Araştırmacı Osman Yahya, İbn-i Arabi’ye atfedilen 850 küçüklü büyüklü kitap ve risale tespit eder ve bunların 700’ünün sahih olduğunu söyler. Bunlardanüçü, Füsus-ül Hikem, Fütuhat-ı Mekkiyye ve Tercüman-ı Eşfak oldukça şöhret kazanır ve İslam tasavvufçuları ve düşüncesi üzerinde hayli tesir bırakır.

“Arabî, ilhamı vahiyden hemen sonraya yerleştirirken aynı zamanda onu aklın ürünü olan nazarî bilginin alternatifi olarak kabul eder ve vahiy bilgisinin yorumunu daha emin bir yol gördüğü keşifle yapar.”

Eserlerinde “Allah Dostları” ve “dostluğu” en önemli temalardan biri olur. Ona göre Allah Dostları, Allah’ın birinci dereceden dostu olan Peygamberleri rehber edinen, insanlığın en büyük nitelik ve erdemlerini benimseyerek hâl edinen, bu nitelikleri dolayısıyla da Allah’ın kendine dost olarak seçtiği makbul kişilerdir. Onlar bu nitelikleriyle her biri hayır ve kemalâtta insanlığa en büyük model olan Peygamberlere varis olan kimselerdir ve 124 bin Peygamber içerisinde sonuncusu olan Hz. Muhammed’e (s.a.v) tabi olanlar da insanlığın bu son döneminin Peygamber varisleri ve “Allah Dostları”dır. İbn-i Arabi’ye göre dinin amacı da fiil, hâl ve hikmet olarak insanın kemalâtını tamamlamaktır. Bu amacı mükemmelen ikmâl edenler İnsan-ı Kâmil olurlar. Bu erkekler için de kadınlar için de geçerlidir.

Tassavvufun ordinaryus profesörü

İbn-i Arabi, dinin hemen her alanına temas etmekle beraber, çoğu kendine açılan manevi fetihleri felsefecilerin ve zamanının akademisyenlerinin dilini kullanarak açıkladığı için o dili ve ıstılahı kullananlar tarafından anlaşılabilir ya da yorumlanabilir sanılmış ve sırf bu nedenle zahir ulemasının eserlerini ve fikirlerini aynı usulle değerlendirmeleri nedeniyle yanlış anlaşılmıştı. ‘Varlık’ veya ‘Yokluk’u bilmeyen ve tanımlama şansı bulunmayanların sırf aynı terminolojiyi kullandıkları için gerçekte zahir ilimleri ve aklıyla algılanamayacak, kapsanamayacak kadar çok boyutlu bir gerçeği tanımlamak için kullanılan “vahdet-i vücut” nazariyesini salt zahiri yönden ele alıp, onun batın yönünü ıskalamaları, zahiri ve fiziki bir evrenin bütünlüğü olarak kavradıkları ‘Varlık’ ya da ‘Var olan’ı Allah olarak nitelediğini ileri sürmeleri bu yanılgıların en vahim olanıdır. O vahdet-i vücut yani varlığın, olanın birliği doktrininin mucidi olarak anılsa da onun esas olarak yaptığı rasyonel akla ve onun bir ürünü olan sözcük ve kavramsallaştırmalara sığmayan bir hakikat keşfini o dile yani rasyonel akıl bağlılarının idrakine indirgemek olmuştu. İşte bu nedenle yaşadığı devirde anlaşılamadığı için Allah’ın ez-Zahir ismini nazara alan ama bir de el-Bâtın ismi olduğunu ve tüm yaratılmışların enfüs ve afakında tezahür ettiğini idrak edemeyen Müslüman pozitivistlerce küfrüne bile hükmedilmişti.

Tasavvufun ordinaryüs profesörü olarak nitelendirilebilecek olan İbn-i Arabi, kendisinden önce var olan ve ilk temsilcileri Hz. Muhammed (s.a.v) ile ondan naklen Hz. Ali (ra) olan dinin hakikat boyutunu teşkil eden tasavvuf geleneğini bir ilim haline getirmiş ve akademik boyuta taşıyacak şekilde kuramsallaştırmıştı. Bunu yaparken felsefe ve bilimin kullandığı terminolojiyi kullanmakla birlikte esasen misli olmayan ve objektif bir perspektif kazandırılamayacak olan kendi deneyim ve içsel keşiflerini konu edinmişti. Ontolojiyi inşa ederken epistemolojiyi rasyonel anlamda kabul ve ispat edilemeyecek olan bir kaynağa bağlamıştı: İçine girdiği tasavvuf yolu sayesinde hakikat ile perdelerini kaldırıp bilginin kaynağını kendi özü yapmıştı. Rasyonel aklın ulaşamayacağı bir bilgi ve keşif kaynağını kullanmıştı. Bu nedenle zahir âlimleri tarafından anlaşılmaması ve yanlış yorumlanması kaçınılmaz olmuştu. İbn-i Arabi’ye açılan ilim ve keşiflerin zahir âlimleri tarafından kavranamaz oluşu sebebiyle belki de onu eleştiren ve yargılayanları hoş görmek gerekir. Hayatı boyunca anlaşılamamış olmanın sıkıntısını çekmiş olsa da zaten o da öyle yapmış ve “Benim şefaatim bana düşmanlık edenleredir” demişti.

Bir diğer başat özelliği ise özgür düşünceli pervasız bir düşünür olmanın yanında çoğunlukla yanlış anlaşılarak insanı tek tip bir kalıba sokmaya çalışan uygulamaların aksine dinin özünün yaşanması olan tasavvufun maksadının insanı gerçek anlamda fert yapmak olduğunu ortaya koymuş olmasıydı. O bunu kendisinden öncekilerin ortaya koyduğu kalıplaşmış erkânla kendisini sınırlamayarak da göstermişti. Ancak onu sıra dışı kılan asıl özelliğini belki de şu noktada aramak gerek: Zamanla anlamlarından kaydırılan ve saptırılan dini kavramların yeniden gerçek menziline oturması için birkaç asırda bir gelen yapı sökümcülerden biri olması gerçeğinde. Dini ihya eden anlamına gelen Muhyiddin adı zaten onun bu özelliğinden ötürü verilmişti. Onun dini ihyası ise dinin ve kavramlarının zahirde korunur görünse bile manada ve uygulamada başka yönlere çekilmek suretiyle oluşan kavram kaymalarını düzelterek onları asli yörüngesine oturtmaktı. Bu işlevi onun İslam düşüncesindeki yeri ve önemini belirler. Bu meseleyi biraz daha açmak gerekirse; öncelikle İbn Arabi metafizik düşüncenin zayıfladığı, kelam ilminin tutarsız, bâtıniliğin ise yetersiz kaldığı bir dönemde yaşamıştı. Tasavvufu bir ilim olarak meşruiyet kazanma arayışından kurtardığı gibi tüm İslami ilimleri Allah’ı bilme maksadı etrafında harmanlamış ve mayalamıştı. Özellikle Fütuhat-ı Mekkiyye eseri ile kelam ilmini tutarsızlıktan, metafiziği ise yetersizlikten kurtarmıştı. Onun “Her asır büyük bir şahsiyet ile anılır; bundan sonra ki asırlar da benim adımla anılacaktır” sözü de aslında bu niteliğinin asırlar boyu sürecek işlevini gösterir.

“Arabî’ye göre her ne kadar vahiy Peygambere (s.a.v) nâzil olmuşsa da onu anlama kabiliyeti velînin kalbine yerleştirilmiştir.”

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir