Tarihten günümüze İstanbul’la ilgili efsaneler

istanbul

Efsane Şehir : İstanbul

İstanbul dünyada başka hiçbir şehre nasip olmayacak kadar zengin bir tarihi geçmişe ve köklü bir kültüre sahiptir kuşkusuz. Öyle ki pek çok imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul, geçmişinden beslenmiş mitolojik, tarihi, dînî ve hayali pek çok öğeyi içinde barındıran zengin bir sözlü geleneğe de sahiptir. İstanbul’un zaman, mekân, olay ve şahıslarının etrafında teşekkül eden efsaneleri bu şehrin dünyanın en güzel yeri olduğunu vurguluyor.

Halk için önemli olan bazı tarihi olaylar ve şahısların maceraları, zamanla, halk muhayyilesinden katılan hayali unsurlarla birlikte efsaneye dönüşmüştür. Bu tür efsaneler kronolojik tarih olmamakla birlikte tarihten de ayrı düşünülemezler. Başka bir deyişle tarihle ilgilidirler fakat tarih değildirler. İstanbul’a ilgili efsaneler zamanın yok edici etkisine karşı kentin binlerce yıllık tarihini ve kültürel zenginliğini unutulmuşluğun karanlıklarını yırtarcasına nesilden nesile aktarmış, yeryüzünün bu eşsiz sözlü kültür hazinelerini yaşatmış ve İstanbullulara şehrin ruhunu üflemiştir.

Pek çok efsaneye göre İstanbul yeryüzünde insanoğlunun yaratılmasından önce de yaşanılan bir mekân olarak karşımıza çıkar. Bu efsanelere göre İstanbul, ilâhî dinlerin kendisini pek çok mucizeye, güç ve kudrete sahip dünyanın en önemli hâkimi olarak kabul ettiği Hz. Süleyman tarafından kurulmuştur.

İstanbul’un kuruluşu ile ilgili en meşhur efsane hiç kuşkusuz ‘Körler Şehri’ adını taşıyan hikâyedir. Ev-liya Çelebi’nin naklettiğine göre Koressa’nın oğlu, Yunanistan’ın Megara kentinden genç Byzas, yandaş-larıyla birlikte, bölgedeki baskılardan kurtulmak, yeni bir kent kurmak ve özgürlüğünü ilan etmek için yola çıkar. Her şey iyiydi de, kent nerede kurulacaktı? O çağ-da, bilinmeyenleri bilinir kılan birisine, Delfi kentinde-ki kâhine danışır genç adam. Delfi kâhini gideceği yeri tarif eder:

-Kentini kuracağın yer, körler ülkesinin tam karşısında olacak!

-Byzas yola çıkar, arar tarar, ama körler ülkesi diye bir yer yoktur. Sonunda, mola verdikleri bir deniz kıyısın-da, karşı sahile bakar ve bağırır:

-Bu insanlar kör mü, burası varken orada oturulur mu?

-Hemen Delfi kâhinini hatırlar genç adam: “Körler ülkesinin karşısında kuracaksın kentini.”

Körler ülkesi, günümüzün Kadıköy’üdür! İstanbul’dan çok yıllar önce kurulmuştur “Khalkedonia”, yani Ka-dıköy. Byzas ordusuyla gelip soluklanmak için durduğu şimdiki Sarayburnu’nda, manzaranın muhteşem görüntüsünden adeta büyülenmişti. Khalkedonia’nın neden “Körler Ülkesi” tanımlamasını hak ettiğini anlar artık. Çünkü böyle cennet benzeri bir yer dururken, tam karşıda ve korumasız bir yerde kent kuranlar, ancak kör olabilirlerdi! Hikâye böyle. Temelleri Sarayburnu sırtlarında atılan kente, kurucusunun adı olan Byzas’tan dolayı, “Byzas’ın kenti” anlamında “Byzantion” denilmiştir.

İstanbul’la ilgili bir diğer efsanenin konusu ise Yedikule Zindanları’dır. Bilindiği gibi Yedikule Zindanları 390 yılında İmparator I. Theodosius tarafından inşa edilmiştir. Kayıtlarda bu yapının devlet evraklarının saklandığı, yerli ve yabancı esirlerin hapsedildiği bir yapı olduğu yazmaktadır. Ama kayıtlarda yazmayan bir efsane halk arasında dolaşır. Bu hikâye özellik-le Osmanlı İmparatorluğu’nun son yılları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk elli yılı süresince halk arasında yaygındı, fakat günümüzde unutulmaya yüz tutmuş-tur. Hikâyeyi bilenler çoğunlukla yaşlılar olup sayıları çok azdır. Efsaneye göre, zindanlara hapsedilen önemli esirler arasında bir pagan da bulunmaktaydı. Fakat ne zindan görevlileri ne de diğer komutan vb. kişiler bu adamın bir pagan olduğunu bilmiyorlardı. Onu Avrupa devletlerinde üst düzey devlet görevlisi bir misyoner sanıyorlardı. Bazı gardiyanlar ise onun casus olduğunu söylemişlerdi. Ve bu yüzden ona türlü işkenceler yap-tılar. Hatta işkenceleri abarttılar ve yeni işkence yön-temleri bile denediler bu adamın üzerinde. Pagan ise kendini acıyla eğitmiş olduğundan dolayı acıya dayanık-lıydı ve ne işkencecilerin istediği itirafları yapıyor, ne de acı dolu çığlıklar atıyordu. Bu da işkencenin dozunun yükselmesine sebep oluyordu her geçen gün. Sonunda pagan bu işkencelere daha fazla dayanamadı, ama ölür-ken anlaşılmaz bir lisanda, arada antik Latince’ye ben-zer kelimeler kullanarak dua tarzı sözler söyledi. Tabii kimse bu sözleri önemsememişti. Paganın cesedi ise umulmadık bir hızda eriyip gitmişti. Sonradan bu olay-lar halkın kulağına gitti ve bazı insanlar paganın lanet okuduğunu anladılar. Ölen pagan, orada işkence gören demek ben bunu on bin akçeye bile vermem. Ben bu eli şöyle yapar böyle ederim…” diyerek öfkeyle sövüp saymış sonra da hırsını alamayıp bir vuruşta eli kırmış. Çevredeki kollukçular derhal adamı yakalayıp boynunu vurmuşlar. İki gün geçmeden de at ölmüş derisi de kırk akçeye satılmış.

Ayasofya ile ilgili de pek çok efsane anlatıla gelmiştir. Mesela Ayasofya’nın güney tarafındaki dehlizlerde bulunan oyuk bir taş Hz. İsa’nın beşiği olarak gösterilmektedir. Kadınlar yeni doğmuş rahatsız çocuklarını bu beşiğe koysalar sıhhat bulacak-larına inanılmaktadır. Müslümanların inanışlarına göre Hızır, Ayasofya’da top kandilin altında namaz kılardı. 40 sabah aynı yende namaz kılanların Hızır’a rastlamaları mümkündür. Hızır genellikle bir derviş kılığında görünürdü. Eğer o anda tanınır ve eline sarılırsa dilenilen şey olurdu. Ayasofya’nın kubbesindeki 4 melek tasviri de birer tılsım sayılırdı. Bunlardan biri de Cebra-il sureti kanat takıp bağırsa doğu semti ganimet olur derlerdi. İsrafil sureti sayha vursa batıda kıtlığa dalalet eylerdi. Mikail seslense kuzey tarafında bir asi ortaya çıkardı. Azrail seslense cümle âlemde veba baş gösterirdi diye inanılmıştır. Evliya Çelebi unutkanlık hastalığına tutunanların Ayasofya kubbesi ortasın-daki altın top altında yedi kere sabah namazı kılıp dua etmeleri ve her vakitte yedişer siyah üzüm yemeleriyle dertlerinin iyileşeceğini yazmaktadır. Ayasofya’nın geride cümle kapılarının batı tarafı nihayetindeki direklerden biri Terler Direk ismiyle anıl-maktadır. Bu rutubetli sütun önünden asırlarca, binlerce insan geçmiş ve türlü dertlere şifa ümidiyle uzattıkları parmaklarıyla sütunda derin bir çukur bırakmışlardır. Kıble kapısının kanatları Nuh Peygamber’in gemisinin tahtasından yapılmıştır diye efsane vardır. Tacirlerin, kaptanların o kapının önünde namaz kılıp ellerini kapının tahtasına sürmeleri ve Nuh peygamber ruhuna bir Fatiha okuyup sefere çıkmaları uğurlu sayılırdı. Yürek oynamasına ve nefes darlığına uğrayanların Ayasofya içindeki kuyunun suyundan sabah erkenden aç karnına üç kere içerlerse iyileşeceklerine inanılırdı.

Küçükçekmece Gölü hakkındaki bir efsaneye göre nur yüzlü, uzun sakallı garip bir dede bütün bir köyü dolaşmasına rağmen bir lokma ekmek sıcak bir aş bulup karnını doyuramaz. Bu yoksul ihtiyarı evine davet edip sofrasını açan olmaz. Uğramadığı tek bir ev kalmamıştır. Son bir umutla bir kapıyı daha çalar.

-Buyurun efendim, ne istiyorsunuz?

-Açım!

Kapıyı açan yaşlı kadın onu içeri davet eder ve ihtiyarın karnını doyurur. Garip Dede adındaki bu zat dua ettikten sonra kadına,

-Çocuklarını al ve bu köyden uzaklaş, ama uzaklaşırken arkana bakma, der.

Kadıncağız çocukları alır ve köyden uzaklaşır, yolda aklına gelir: “Acaba neden arkana bakma” dedi diye. Merakını yenemez ve dönüp bakar. Ne görsün, köy çökmekte ve yerini sular kaplamaktadır. Sonra bağırır: “Köy çöktü… Köy çöktü…”

Köy çökmüş ve sulardan bir göl oluşmuştur. Çöken köyün bulunduğu yere ‘Çökmece Gölü’ denilmiş ve bu isim daha sonra ‘Çekmece Gölü’ne dönüşmüştür.

İstanbul’la ilgili en meşhur efsanelerden biri de Çemberlitaş’ı anlatır. Efsaneye göre Hz. İsa’nın ölme-den önce son kez kullandığı kutsal kadeh bir havarisi tarafından büyük bir titizlikle saklanmış. Çünkü inanışa göre bu kutsal kadehle bir şey içen kimse ölümsüz olurmuş. Bizans imparatoriçesi Helena, Kudüs’e yaptığı bir seyahat esnasında Hazreti İsa’ya ait pek çok eşya ile birlikte bu kutsal kadehi de Bizans’ın koruyucusu olması için İstanbul’a getirmiş. İmparatoriçe bu kadehin sonsuza dek İstanbul’da kalması için III. Konstantin adına dikilen sütunun altında gizli bir oda yaptırarak kadehi buraya saklamış. Zamanla sütunun üzerindeki heykel yıkılınca sütunun boyu da kısalmış. Osmanlı dönemin-de iyice tahrip olan sütun yıkılmasın diye etrafı çelik çemberlerle çevrelenmiş. İşte Çemberlitaş dediğimiz bu yerin altında hâlâ Hz. İsa’ya ait pek çok eşyanın yanı sıra bu kutsal kadehin de bulunduğuna inanılır.

Pek çok efsaneye göre İstanbul yeryüzünde insanoğlunun yaratılmasından önce de yaşanılan bir mekân olarak karşımıza çıkar.

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir