Güneydoğu’ya bir ilkbahar yolculuğu : Urfa

urfa

İlk kez gidilen bir şehre özellikle gece karanlığında girmek çoğu zaman büyüleyici bir tecrübe. Kusurları örtbas edilmiş bir güzel oluveriyor şehir birden bire. Modern çirkinlikler, gökyüzünü kaplayan kablolar, biçimsiz binalar kayboluyor.

Evet doğu. Işığın doğduğu yön. Doğu hakkında hepimizin aklında oluşan ‘kavramlar’ vardır. Çoğumuz biraz izlediklerimiz biraz da tecrübelerin verdiği imajlarla bakarız. Bu bakışta, ‘bize sunulanın’ da etkisi oldukça fazla. Evlerimizden herhangi bir hafta sonu çıkıp iki günlüğüne dahi olsa şöyle uzaklara doğru açılanımız, ‘Merhaba Doğu, ben geldim’ diyenimizin sayısı oldukça sınırlı. Tatil fırsatlarını biraz da tatil turizmini organize eden yetenekli kişilerin yönlendirmeleri ile sahillerde, lüks otellerde geçirmeyi tercih ediyoruz genel itibari ile. Gezgin ekibi olarak bu dosya ile başlamak üzere yeni yol haritaları, yeni fikirler sunmak istedik. Pusulamızın ibresi Güneydoğuyu gösteriyor. Önden buyurun.

Nüans Tur’un organizasyonu ile Sabiha Gökçen Ha-vaalanından Cuma öğleden sonra uçağımıza bindik. Gaziantep’te bizi karşılayan rehberimizle birlikte ilk uğ-rak noktamız İmam Çağdaş Restoranı oldu. Keyifli bir akşam yemeğinin ardından kısa bir şehir turu ile asıl yolculuk güzergâhımız olan Urfa’ya doğru özel kiralan-mış bir minibüsle yola çıktık.

İlk kez gidilen bir şehre özellikle gece karanlığında gir-mek çoğu zaman büyüleyici bir tecrübe. Kusurları ört-bas edilmiş bir güzel oluveriyor şehir birden bire. Mo-dern çirkinlikler, gökyüzünü kaplayan kablolar, biçimsiz binalar kayboluyor. Biraz da tarihi mekânların aydın-latılması ile o şehrin zaman üstü bir çağına erişmiş oluyor insan. Turkuvaz mavi bir gecede aydınlatılmış bir mabet görüntüsü lâl olmuş dillerimizi çözüveriyor. Uykuya meyyal gözlerimiz daha bir canlı bakıyor. Sezai Karakoç’un ‘eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş, kimi yedi kat yerin dibine batmıştır.’ cümlesinden ilhamla Urfa bizi göğe çekilen şehirler gibi karşılıyor.

Urfa doğunun ışığı, peygamberler şehri, medeniyetin beşiklerinden belki de en birincisi bir ‘Taç Şehirdir’.

Yedinci şehir

Tanpınar’ın Beş Şehri (ki İstanbul, Ankara, Erzurum, Bursa ve Konya’yı anlatır), Ahmet Turan Alkan’ın 6. Şehir diye isimlendirdiği Sivas Kitabı’nı bir seri olarak düşünecek olursak ülkemizde yedinci şehir -yedi ra-kamının gizemini de içinde barındırarak- hiç şüphesiz Urfa olmalıdır. Urfa doğunun ışığı, peygamberler şehri, medeniyetin beşiklerinden belki de en birincisi bir ‘Taç Şehirdir’. İçimizdeki kanaat bu iken uyuklar gibi geçirdi-ğimiz bir dinlenme gecesinin sabah beş’inde Halil İbra-him makamındaki camilerden birine gittik ve inanmış gönüllerin günün bu en ‘serin’, en selametli saatinde uyanık ruhlarını izledik. Hepsi geçmiş yüzyıllardan ka-çıp gelmiş birer gezgin gibiydiler. Biraz da sabaha çalan gece ışığının etkisi ile zaman tecrübesi bir saatin içine çok zamanları sığdırırmış gibi hissettirdi. Namazlar bitti ve bir Kadiri neşesi ile ilahiler okuyan topluluğun bulun-duğu bir başka mekâna yöneldik. Güneşin doğuşunu da kapsayan bu uzun ‘dinleti’den arınmış ruhlarla ayrılan kalabalıktan mütebessim bir yüz bize doğru yaklaştı. Ürkek bir selamla nereden geldiğimizi ve kim olduğumuzu sordu. Taa Urfa’ya biz çok uzak İstanbul’dan geldiğimizi söyleyince, ‘Lütfen bizimle kahvaltıya buyurun.’ dedi. Yanında bir sürü su şişesini siyah bir poşetle sırtlanmış en az kendisi kadar aydın-lık yüzlü 15’lerinde oğlu da vardı. Yalnız olmadığımı, kalabalık bir ekiple gezdiğimi ve bir plan dâhilinde dolaşacağımızı, nazik daveti için çok müteşekkir olduğumuzu söyledim. İsminin Ali Dolu olduğunu sonradan öğrendiğim beyefendi mahcup ama ısrarcı davetlerini sürdürüyordu. ‘Kaç kişi olursanız olun, is-terseniz yüz kişi olun lütfen kahvaltıya buyurun, Halil İbrahim Hazretleri’nin kesesinden. Bizden değil. Bereketi ile hepimize yeter.’ diyordu. Hz. İbrahim’in misafirperverliğini miras alan Ali Bey ve oğlunu ikna edene kadar oldukça zorlandık. Gezi-lecek çok yer, yetişilecek çok şey vardı. Bir şefkat, merhamet ve cömertlik abidesi Ali Bey’in gönlünü alıp rehberimizin Balıklı göl civarında bir araya getirdiği ekiple buluşmak üze-re uzaklaştık.

Sezai Karakoç’un ‘eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş, kimi yedi kat yerin dibine batmıştır.’ cümlesinden ilhamla Urfa bizi göğe çekilen şehirler gibi karşılıyor.

Çelebi bize böyle anlatır Urfa’yı

Sözü uzatmaya hacet yoktur ama hala anılan Nemrud ateşi içinde ortaya çıkan hayat suyu Halilurrahman Tekkesi içinde büyük bir kaynaktır ki bütün şehrin camilerini, han ve hamam-larını, bütün hanelerini, saraçhane ve debbağhaneyi sulayan o hayat suyu Halilurrahman pınarıdır ki içinde nice bin türlü balıklar yüzgeçlik ederler. Hatta sultan 4. Murad Han efendi-miz Bağdad fethine giderken bu türbe ziyaretinde gelip seyr ederken iki adet balık avlattırıp kulaklarına birer altın küpe geçirmişlerdir.

Sözün kısası, acaip ve garip gezinti yeri bir tekkedir ki övül-mesinde dil kısa kalır. Çeşit çeşit sofralar, gül-i gülistanlı oda-lar, kiler, mutfak ile süslenmiş ve türlü türlü misafirhaneler ile bezenmiş büyük bir tektedir. Şeyhi Hazret-i Şeyh Ali Efendi yârândan ârif-i bilah sofra sahibi, gurbete düşmüşleri sever bir er, hünerli bir yiğit, nefes sahibi, tarikat önderi, sadık amil, araştırıcı âlim kimse idi.

Balıklı göl

Hz. İbrahim’in kıssasını bilmeyen yoktur. Farklı kutsal dinle-re mensup insanların ortak paydası Hz. İbrahim’in kıssasının detaylarını merak edenlere başta Kuran-ı Kerim ve İbrahim Suresi’ni refere ederek kıssadan bir detayı aktarmak isterim. Hz İbrahim, kendisi de bir put yapıcısı olan (heykeltıraş olarak adlandırabiliriz sanırım) babasına, dönemin ve muhitin firavunu olan Nemrut ve halkına akıl dışı tapınmalarını, sapkın inançlarını göstermek üzere kimsenin olmadığı bir zaman put haneye girer ve elindeki balta ile en büyük put hariç bütün putları kırar. Baltayı da en büyük putun omzuna asar. Bir zaman sonra putların olduğu yere gelen halk deliye döner. Sorumluyu ararlarken zaten bu mevzularda uzun zamandır ‘bi’şeyler’ söyleyen İbrahim akıllarına gelir. Hemen çağırırlar ve ‘Putları sen mi kırdın?’ derler. O da en büyük putu gösterir ve ‘Belki o kırdı!’ diye cevap verir. Nemrut ve avenesi ‘O nasıl kırsın, görü-yorsun yapabileceği hiçbir şey yok.’ derler. Kendileri de aslında içi boş taş ve tahtalara ibadet etmiş olmanın boşluk hissi ile birbirlerine bakarlar. Nemrut’un ceberutluğu devam eder ve ‘tanrılarına’ saygısızlık eden bu genci dünyada eşi görülmemiş bir idamla; onu ateşler içine atıp yakarak cezalandırmaya karar verir. Gerisi malum, Hz. İbrahim, mancınıkla ateşin içine atılınca dahi Cebrail’in yardım tekliflerini reddederek sadece Yüce Yaratıcının hoşnutluğunu istediğini bildirir. Düştüğü yer güllük gülistanlık bir bahar bahçesine dönüşür. Halk arasında güzel bir benzetme ile (gerçeklikten uzaklığı mevzuumuz de-ğil) Hz. İbrahim’i yakmak için ateşlenen odunlar birer balığa döner. Kendi sembolizmi içinde çok manidar duran bu hatıra binyıllardır saygıyla saklanır. Balıklı göl’ün balıkları nerede ise kutsiyet atfedilerek avlanıp öldürülmez. İtina ile bakılır beslenir, yüzdürülür, gezdirilir. Ziyaretçiler tarafından balıklara yem atmak inanç ‘neşvesi’ ile yapılan bir hareket haline gelir bu mekânda. Balıkların yüzdüğü büyük havuzlar kanallarla bir-birine bağlanarak devri daim yaparken kimi yerde güvercinler suyun içinde makul yerlere konarak su içiyorlar. Çelebi’nin ifa-desi ile tam seyirlik bir manzara.

Urfa / Peygamberler şehri

Urfa’yı aziz, kıymetli, huzurlu bir şehir yapan sadece Hz. İbrahim’in memleketi olmasından mıdır? Başkaları da uğra-mamış, içinde yaşamamış, onunla dost olmamış mıdır? Bu sorunun cevabını bu ülkede yaşayan herkes biliyordur sanı-rım. Elbette, Kur’anda Allah’ın ‘dostum’ diye tanımladığı Hz. İbrahim’in dostluğundan başka dostları da vardır Urfa’nın. Sabrı ile bildiğimiz Hz. Eyyub peygamber de Urfalı’dır. Varlıklı, çoluk çocuk sahibi, gönüllerin sevgilisi, şefkat abidesi Hz. Ey-yub yeryüzünde zenginliği huzuru ile yaşarken ‘varlık içinde makbul bir kul ve peygamber olmanın’ sebebinin varlıklılık ve mutluluk olmadığını, fakir ve hastalıklı iken dahi Rabbi’ne sadık bir bende olduğunu göstermiştir. Hastalıklar içinde ge-çirdiği yılları bir mağarada ‘sabır’ ile demlenerek yaşamış olan Hz. Eyyub, sabrının ve sadakatinin karşılığı olarak hastalıkla-rından ve yoksunluklarından kurtulduğunda yine şükreden bir kul olmuştur. Bu sadık kul, sabırlı peygamberin çilesini çekti-ği mağara ve civarı binyıllar sonra bile ziyaretçilerin, inanmış kalplerin uğrak yeri.

Başa takılan puşiler ve renkleri ne anlam taşıyor

Urfa başta olmak üzere doğunun şehirlerinde ve birçok yerinde insanların birçoğunun yaz kış kullandıkları puşiler dikkatinizi çekebilir. Aynı renkte puşi kullanan kadınlar, kadınlar gibi puşi kullanan erkekler dikkatinizden kaçmayacaktır. Kışın sıcak tuttuğu için kullanılan puşiler ilginçtir yazın da serin tutuyor. Güneyin yaz sıcağında insanların baş ve boyun bölgesini güne-şin ışıkları ile direkt olarak muhatap etmeyen puşilerin kimlik bilgisi vermek gibi bir özelliği de var. Siyah beyaz kareli ve kalın kumaştan yapılan puşileri kürt menşeliler, mor renkli puşileri arap olanlar takıyor. Bu puşiler haricinde ortadoğuyu temsil eden ve farklı tasarım ve renklerde de puşiler mevcut.

İlk üniversite ilk medeniyet / Harran

Dünyanın ilk üniversitesinin kurulduğu bir bilim ve medeniyet şehri olmasının yanında huni biçimli toprak evleri ile de meşhur şehrin ünlüleri arasında; Sabit İbni Kurra, İbni Teymiyye, Harrani, el-Battani gibi bütün zamanlar için değerli bilim adamları yer alıyor. Şehir, M.S. VIII-IX. yüzyıllara rastlayan bu medeniyet merkezliği görevini çekirge sürüsü gibi dünyayı ve tarihi deforme eden Moğol ve Haçlı istilacılarınca yıkılıp yerle bir edilene kadar sürdürüyor. Bugün birer taş yığını halinde duran kalabalık mimari kalıntıya bakarken, taşların bile bir hafızasının olduğunu, dilleri olsa anlatacak çok hikâyelerinin bulunduğunu hissediyoruz.

Lezzetlerini de unutmamalı Urfa’nın

Harran dönüşümüz akşam vaktini buluyor. Kaldığımız otelin modern yapısının içinde lobiden geçerek ‘mağara’ isimli odalarda akşam yemeğimizi yiyoruz. Bu mağaralar kelimenin tam anlamı ile mağara. Oteli içinde mağaraları barındıran bir yerin üzerine inşa etmişler. Urfa gecelerinin vazgeçilmezi olan ‘sıra gecesi’ eşliğinde akşam yemeklerimizi yiyoruz. Gündüz öğle yemeği niyeti-ne yediğimiz ismi ile dikkatimizden kaçmayan ‘terbiyesiz’ tavuk ve kuşbaşı kebaplarından sonra ‘şıllık’ isimli tatlının tadı damaklarımızdan henüz uzaklaşmamış iken; akşam, benzer lezzetlerde yemekler ve üzerine gerçek ustalarının yaptığı çiğ köfteler Urfa yolculuğumuzun anlatılmadan geçilmeyecek detaylarından olarak hafızalarımızda yer aldı.

Harran dönüşümüz akşam vaktini buluyor. Kaldığımız otelin modern yapısının içinde lobiden geçerek ‘mağara’ isimli odalarda akşam yemeğimizi yiyoruz. Bu mağaralar kelimenin tam anlamı ile mağara.

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir