İstanbul’un kapısı : Edirne

edirne

Adriyatik’ten İstanbul’a giden tarihi yol üzerinde kurulu bir şehir Edirne. Bir anlamda İstanbul’un giriş kapısı. Tarih boyunca sadece Avrupa’dan İstanbul’a girmek isteyen tüccarların, yolcuların değil orduların da İstanbul’dan önce uğramaları gereken bir yer olagelmiş Edirne. Hatta öyle ki Asya’dan Avrupa’ya doğru genişleyen Osmanlı İmparatorluðu bile İstanbul’un kapısı ancak Edirne’yi fethettikten sonra açabilmiştir. İstanbul’daki Edirnekapı, Edirne’deki İstanbul kapısı; tarih boyunca bu iki kent arasında hiç kopmayan rabıanın nev’ini de açıklıyor bir anlamda…

Edirne otogarı küçük ve sakin. Büyük şehir otogarlarının o alıştığımız yoğunluk ve koşuşturması yok burada. Edirne’ye varınca insanın aklına ilk “Selimiye’ye nasıl gidebilirim?” sorusu geliyor. Buradan Selimiye’ye ulaşım çok kolay. Otogarın içinden minibüsler kalkıyor. Bu kısa yolculuk sırasında Edirne’yi de şöyle bir turlamış oluyorsunuz.

Minibüs, Trakya Üniversitesi Kampüsü’nün içinden de geçiyor. Daha doğrusu; yolcu almak için bir kampüs turu atıp, sonra geldiği yoldan geri dönerek yoluna kaldığı yerden devam ediyor. Üniversite binası, Ankara’daki devasa, tek parça bakanlık binalarını andırıyor. Görünümü rahatlatan şeyse kampüs yolu boyunca, her 30- 40 metrede bir rastlanılan beyaz mermerden yapılma heykeller. Zaten Edirne’de dikkati en çok çeken şeylerden biri de şehirdeki heykel bolluğu. Sadece kampüste değil, yol boyunca belli başlı kavşak ve meydanlarda da heykeller var.

Edirne’nin Tacı: Selimiye Selimiye’nin, üzerine inşa edildiği tepe, şehre en hakim bölge. Cami, Edirne’nin neredeyse her yerinden görülüyor. Mimar Sinan camiyi öyle milimetrik inceliklere riayet ederek yapmış ki, uzaktan sadece iki minaresi görünüyor. Eğer yapıya çaprazdan yaklaşmıyorsanız, dört minaresi olduğunu anlamak mümkün değil.

Camiye yaklaşınca dikkati ilk çeken; yapının kahverengi-sarı arası rengi oluyor. Özellikle İstanbul’daki camilerde pek alışkın olmadığımız bir renk bu. Bir de Osmanlı’nın yüzyılları eskitmiş camilerinin o kadim ağırbaşlılığı Selimiye’de yok. Sanki yeni yapılmış gibi duruyor. Belki; çok bakımlı, o yüzden… Önü açık, kendisi kadar peyzajı da ustalıkla yapılmış. Çevresiyle bütün halinde; ferah ve sade bir havası var. Hele de ilk defa karşılaşan biri için umulandan çok daha sade. Selimiye hakkında bütün o yazılanlardan, anlatılanlardan ve duyulanlardan sonra karşılaşılan bu sadelik, gerçekten de caminin kendisinden daha çok etkiliyor insanı.

Caminin güneybatı tarafında küçük bir arasta var. T planlı mütevazı bir çarşı. İçinde çoğunlukla Edirne’ye özgü ufak tefek hediyelik eşyalarla tekstil ürünleri satılıyor. Hediyelik eşya dükkânlarının vazgeçilmezi Edirne’nin geleneksel meyve sabunları. Bir de aynalı süpürgeler. Arastanın orta kısmından merdivenlerle caminin avlusuna çıkılıyor. Avlunun diğer tarafındaki eski hamam hâlihazırda restorasyonda.

İnsan kapının önünde ayakkabılarını çıkarırken, içeride ilk bakışta hissedeceği duygunun ne olacağını merak ediyor doğrusu. “Abidevi bir eser karşısında kendimi küçülmüş mü hissedeceğim yoksa sadece göze hoş gelen bir yapının vereceği o alışıldık hayranlık duygusunu mu?..” Camiye atılan ilk adımda hissedilen; caminin küçük olduğu hissi. Kişiye ve beklentiye göre değişir tabii ki. Ancak insan Süleymaniye’den daha güzeline gidiyorum diye düşününce sanki daha büyük bir cami hayâl ediyor. Yapının mihrap tarafında Eyüp Sultan’daki gibi bir çıkıntı var. Haliyle sonraki duvarlar daha geride. Bu da camiye darmış havası veriyor. Ancak camiyi plan açısından mükemmel yapan da bu geriye kaçan duvarlar. Zira Sinan burada diğer eserlerindeki dört fil ayağı yapısının dışına çıkmış. İçte hayâli bir sekizgen çizip, bu sekizgenin her bir köşesine bir büyük sütun koymuş. Fakat bu sütunlar o kadar estetik ki hiçbirinin kalınlığı gözü rahatsız etmiyor. Ve daha da önemlisi; bilhassa öndeki iki sütun, geri gelen duvarlar sayesinde görüş açısını kapatmıyor. Yani açıların ve uzunlukların birbiriyle müthiş bir uyumu var.

Fakat bütün bunlar camiyi gezen herhangi birinin ilgisini çekecek, dahası görebileceği unsurlar değil. Arayan bulur diyelim. Belki sıradan bir cami ziyaretçisini etkileyebilecek tek şey caminin kubbesi. Çapı 32 metre ve Süleymaniye’den daha geniş. Selimiye gibi bir başyapıtı -daha mükemmeli bulunamadığından olsa gerek- insan ister istemez yine bir Sinan yapısı olan Süleymaniye ile kıyaslama ihtiyacı hissediyor. Süleymaniye’de turuncu olan kubbe; burada mavi ve açıkçası daha güzel. Hem mavi rengiyle sanki ikinci bir gökyüzüymüş havası veriyor hem de ilk bakışta aşağı düşecekmiş gibi durduğundan, insan yana çekilme ihtiyacı hissediyor. Oysa ziyaretçiler daha çok ters lale motifinin peşindeler. Ellerini mermere sürte sürte onu arıyorlar. Oysa kafalarını kaldırıp az yukarı baksalar…

Mihrap duvar içine oyulmuş. Tamamı tek parça mermerden yapılma. Etrafı kabartma çinilerle süslü. Çinilerin üzerinde lacivert zemin üzerine iri beyaz harflerle Amenerresulü ve Fatiha sureleri yazılı.

Hünkar mahfili mihrabın sol kısmında. Dört sütun üzerine inşa edilmiş. Sütunlar birbirine kemerlerle bağlı. Mahfil çinileri içinde yer alan iki elma ağacı motifi, tüm Osmanlı çinileri içinde bir benzeri daha olmayan orijinal bir kompozisyon oluşturuyor.

Osmanlı camilerinde müezzin mahfili genellikle caminin arka kısmında yapılmasına rağmen, Selimiye’de tam ortaya yapılmış. Mahfilin hemen altında, caminin tam ortasında; mermerden yapılma bir iç şadırvan var. Şadırvanın kenarları ve köşeleri; rengârenk mozaiklerle işlenmiş mermer döşeli.

Anlatılanlara göre; Sultan Selim, Mimar Sinan’dan Selimiye’nin minberini altından yapmasını istemiş Sinan, sultanın bu isteğine “Padişahım! Bu devirde altının alıcısı çoktur. Bir bıçak tedarik edip, az zamanda bu minberi harap eder, çalarlar. Ben öyle bir minber yapayım ki altından kıymetli olsun.” diye cevap vermiş ve bu minberi yapmış. Minber tek parça mermerden yapılma ve 25 basamaklı. Prizma şeklindeki külahı ise çini.

Selimiye Camii’ne ziyarete gelindiğinde görülmesi gereken yerlerden biri de Selimiye Vakıf Müzesi. Külliyenin hemen içinde, bahçesinde tavus kuşlarının dolaştığı hoş bir mekân. Bir zamanlar “Darül Kurra” medresesi olarak hizmet veren yapı, yakın zamanda Selimiye Vakıf Müzesi olarak düzenlenmiş. Müzede; çeşitli hat, çini, saat örnekleri ile ahşap ve cam eşyalar sergileniyor. Bir de canlandırma bölümü var. Bu bölümdeki sübyan mektebi canlandırmasında, rahlelerde Kur’an okumayı öğrenen öğrenciler birebir boyuttaki mankenlerle tasvir edilmiş. Ayrıca yine bu bölümde çeşitli hat örneklerinin yanı sıra II. Beyazıd Külliyesi Camii’nin cümle kapısı da sergileniyor.

Müzelerden söz açılmışken; Edirne hakkında çok ve ayrıntılı bilgi edinmek isteyenlerin mutlaka ziyaret etmesi gereken yerlerden biri olarak Edirne Kent Tarihi Müzesi’ni öneririz. Selimiye Camii’nin hemen karşısında, otopark çıkışında. 19 yy. sonlarında inşaa edilen Hafız Ağa Konağı; 2002 yılında restore edilip, müzeye dönüştürülmüş. Bir vakitler İttihad ve Terakki Cemiyeti Edirne Şubesi’nin gizli toplantılarına da ev sahipliği yapmış olan bina, aynı zamanda yöresel sivil mimarinin önemli örneklerinden biri. Edirne tarihi hakkında çok geniş bir arşive sahip olan müzenin başlıca bölümleri: Edirne Konaklarında Yaşam, Köprüler Şehri Edirne, Şenlikler, Anıt Şehir Edirne, Serhat Şehri Edirne, Atatürk ve Edirne, Edirne’ye Hizmet Edenler, Geleneksel El Sanatları…

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir