Bir deniz imparatorluğu : Osmanlı

osmanli2

Osmanlı İmparatorluğu denizlerde her zaman var olmuştur ve denizlerde tutunabilmek için İstanbul’daki Tersâne-i Âmire dışında sayılar yüze ulaşan tersanelerinde kürekli, yelkenli ve nihayet buharlı gibi üç farklı gemi teknolojisinin yaşandığı dönemlerde binlerce gemi inşa etmiş ve bunların bakımını yapmıştır. Bu muazzam organizasyon ancak ciddi deniz politikaları olan büyük bir imparatorluk tarafından yürütülebilirdi.

Kabotaj Bayramı’nı da saymazsak, pek hatırlamadığımız, hatta tümden gündemimizden çıkardığımız bir konu denizcilik. Oysa tarihimizin zengin birikimi içinde oldukça önemli bir yer kaplıyor denizcilik. Zaman içinde neredeyse bütün Osmanlı sahillerinin birer tersane ve liman şehri halini alması İmpartorluğun konuya verdiği önemi de çok iyi gösteriyor. Günümüzde ne yazık ki denizcilikle ilgili uygulama alanındaki ihmaller kadar geçmişin birikimini anlamaya yönelik araştırma ve incelemeler de ihmal ediliyor. Prof. Dr. İdris Bostan yaklaşık otuz yıldır bu alanda emek harcıyor. Şu sıralar İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde dersler veren İdris Bostan aynı zamanda Akdeniz Dünyası Araştırmaları Anabilim Dalı’nda başkanlık ve Denizcilik Müsteşarlığı’nda müşavir olarak görevini sürdürüyor. Ülkemizin yetiştirdiği en kıymetli denizcilik tarihi uzmanlarından biri olan İdris Bostan ile Osmanlılar’ın denizciliğe verdiği önemi, donanmayı, Piri Reis’i, Barbaros Hayrettin Paşa’yı ve daha birçok konuyu konuştuk.

Osmanlı padişahlarına verilen sıfatlardan biri de “hakanü’lbahreyn” (Denizlerin Hakanı) idi. Üç kıtada hüküm süren bu büyük imparatorluğun denizciliğe bakışı ne şekildeydi?

Osmanlılar denizlerle büyümüş ve sonunda denizlerde küçüldükçe de bugünkü sınırlarına çekilmek zorunda kalmış bir imparatorluktur. Yıldırım Bayezid’in Gelibolu’yu ilk deniz üssü olarak teşkilatlandırması ve boğazlardan sadece kontrollü geçişe izin vermesi ileride Osmanlıların denizler üzerindeki iddialarının ilk habercisi olmuştur. Bildiğimiz kadarıyla belgelerde adının yanında “Sultânü’l-berri ve’l-bahr/Kara ve Denizlerin Sultânı” unvanı kullanılan ilk padişah II. Murad’dır. Bu sebeple ilk Osmanlılar, bulundukları coğrafyanın gereği olarak kara ile birlikte denizlerde de söz sahibi olmaları gerektiğini, hatta karada tutunabilmek için denizlerde güçlü olmaları gerektiğini oldukça erken bir dönemde farketmişlerdir. Bu anlayış onları ileride o günkü dünya algılaması içerisinde en etkin olan bölgenin yani Karadeniz, Kızıldeniz ve Basra Körfezi bağlantılı Akdeniz Dünyasının en güçlü ve hükümran devleti haline getirmiştir.

Osmanlılar Akdeniz’de Venedik ve Ceneviz’in ardından asıl rakipleri olan İspanya’yı kendi kara sularına çekilmeye mahkum etmekle askerî bakımdan denizlerde egemenliği tesis etmiş ve sonunda deniz ticaretinin yapılmasını da kendi kontrolü altında sadece dost ve müttefi k devletlere verdiği izin oranında yapmalarına müsaade etmiştir. Osmanlıların Anadolu ve Doğu Akdeniz Coğrafyasında yerleşmesi, doğudan kara ve deniz yoluyla gelen İpek ve Baharat ticaretinin Akdeniz’e ulaştığı yerde bir hakimiyet mücadelesinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Uzun süreli bu mücadelenin galipleri olan Osmanlılar, okyanusları dolaşarak Hind Dünyasına ulaşan ve aynı zamanda İslâmın Kutsal Topraklarını tehdit eden önce Portekiz, ardından Hollanda ve İngiltere’ye karşı da yüzlerce yıl en azından kendi hayat suları olan denizleri korumak için mücadele etmiştir.

Bütün bunlar göstermektedir ki, Osmanlı İmparatorluğu denizlerde her zaman var olmuştur ve denizlerde tutunabilmek için İstanbul’daki Tersâne-i Âmire dışında sayıları yüze ulaşan tersanelerinde kürekli, yelkenli ve nihayet buharlı gibi üç farklı gemi teknolojisinin yaşandığı dönemlerde binlerce gemi inşa etmiş ve bunların bakımını yapmıştır. Bu muazzam organizasyon ancak ciddi deniz politikaları olan büyük bir imparatorluk tarafından yürütülebilirdi.

Osmanlı donanmasının en ciddi gelişim dönemi Fatih’in hükümdarlığına rastlıyor. Buradan hareketle, İstanbul’un fethine donanmanın katkılarını anlatır mısınız?

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethinden önce büyük bir donanma hazırlatarak kuşatma sırasında ondan yararlanmayı düşünmüştür. Yaklaşık üç yüz elli-dört yüz gemiden oluşan donanma İstanbul önlerine geldiğinde ciddi bir tehdit olduğunu göstermiştir. Bu donanmanın önemli bir kısmı küçük nakliye gemilerinden oluşuyordu. Kaptanıderya Baltaoğlu Süleyman Paşa önce Kızıl Adalar olarak da bilinen İstanbul adalarını fethetmiş ve daha sonra kendi adıyla anılacak olan Balta Limanı’nda demirlemişti. Daha sonra birkaç Ceneviz kalyonuyla giriştiği çarpışmada başarısız olduğu için Baltaoğlu azledildi. Yerine gelen Hamza Bey, gemileri karadan yürüterek Haliç’e indirilmek suretiyle Bizans’ın ciddi bir telaş içine düşmesine sebep oldu. Böylece İstanbul’un Haliç tarafından da kuşatılması ve surların dövülmesi imkanı ortaya çıktı.

İstanbul’un fethi ile bir imparatorluk başkentine sahip olan Osmanlılar, bundan sonra asıl uzak denizlere doğru yönelmek gerektiğini gördüler. Önce Ege’den gelecek tehdide karşı ve oradaki deniz üssünü koruma amaçlı Çanakkale’de karşılıklı iki kale inşa ettirildi. Sonra Boğaz önü adaları dediğimiz girişteki adalar birer birer fethedildi. Aynı zamanda Karadeniz’e geçerek önce Anadolu kıyılarını ve önemli bir merkez olan Trabzon ele geçirildi. Amacı bütün Karadeniz’e hükmetmek olan Fatih 1475’te Gedik Ahmed Paşa’yı donanmayla Kırım’a göndererek onları himayesine aldı. Kili ve Akkirman hariç Fatih devrinde bütün Karadeniz Osmanlı iç denizi haline geldi. Daha sonra Akdeniz’e yönelik önemli hedefl er belirleyen Fatih, Venediklileri bölgeden uzaklaştırmak için defalarca deniz savaşları organize etti. Nihayet 1480’de İtalya ve Rodos üzerine iki ayrı donanma göndererek aynı sene içinde ayrı donanmalar teşkil edebileceğini ve bu güce ulaştığını gösterdi. İtalya’ya giden Osmanlı donanması Otranto’dan girdiği Napoli Krallığı topraklarını ele geçirerek Papalık bölgesine doğru ilerlerken Fatih’in vefat etmesi üzerine Gedik Ahmet Paşa geri geldi ve bu sefer akim kaldı. Şüphesiz Fatih’in bu seferdeki amacı Katolik Dünyasının merkezini ele geçirmekti. Onun bu politikalarını daha sonra Kanuni Sultan Süleyman’ın sürdürdüğü ve Barbaros Hayrettin Paşa’nın kaptanıderyalığı sırasında Pulya Seferi adı altında yeniden denendiği bilinmektedir. Rodos adası da yine Kanuni zamanında 1522’de fethedilerek Hıristiyanlığın vurucu gücü olan şövalyeler bölgeden uzaklaştırıldı. Bu bağlamda Fatih’i bir imparatorluk denizciliği vizyonuna sahip ilk hükümdar olarak görmek mümkündür.

Barbaros Hayrettin Paşa’dan başlayarak, denizciliğimizi olumlu anlamda etkileyen en önemli sefer ve fetihler hangileridir?

Barbaros Hayrettin Paşa’nın Osmanlı İmparatorluğu hizmetine kaptanıderya olarak alınmasından önce Akdeniz’de yine hakettiği bir üne sahip olduğunu biliyoruz. O, Cezayir’de yaptırdığı caminin kitabesine yazdırdığı gibi “el-mücâhid fî sebilillah” olarak denizlerde cihad ve gaza etmiş bir Türk denizcisiydi ve kendisi gibi diğer denizcilerin güçlerini birleştirmesi sayesinde Akdeniz’de bir hakimiyet mücadelesi başlatmıştı. Hatta onun denizlerdeki ilk dönemini ağabeyi Oruç Reis’in öncülüğünde yürütmüş olması sebebiyle “Barbaros Kardeşler” devri olarak kabul edilmesi gerekir. Kanuni’nin ünlü veziri İbrahim Paşa’nın da ısrarıyla İstanbul’a gelmesi ve imparatorluk donanmasının başına geçmesi bu ünlü denizci için olduğu kadar Osmanlı denizciliği için de bir dönüm noktası oldu. Çünkü Akdeniz’de bir Müslüman-Katolik Hıristiyan çatışması söz konusuydu. Bu dönemde İspanya, Endülüs İslam Devleti’ni ortadan kaldırmış, o topraklarda yaşayan Müslüman ve Yahudileri mecburi göçe veya din değiştirmeye zorlamıştı. Bu sebeple o ülkenin mazlum insanları devrin en büyük askeri gücüne sahip olan Osmanlılardan yardım istemişti. Bu sebeple Osmanlıların donanmalarını her zaman geliştirmeleri ve her sene güçlü donanmalar organize ederek denize yollamaları gerekiyordu. Ayrıca Akdeniz’de dengelerin sağlanması için Osmanlı İmparatorluğu’nun karşı güçleri zayıfl atmak için ittifaklar aradığı veya kedisine yaklaşan devletlere müsamahalı davrandığı görülmektedir. Bu amaçla Osmanlı-Venedik, Osmanlı- Fransız ittifaklarının İspanya’ya karşı önemli bir avantaj oluşturduğunu söylemek lazım. İşte Barbaros yani kızıl sakallı Hayreddin Paşa 1538’de Müttefi k Hıristiyan donanmasına Preveze’de en önemli darbeyi vurduğunda artık uzun bir süre Akdeniz’de karşısına çıkacak bir güç kalmamıştı ve bu savaş Akdeniz’de Osmanlı hakimiyetinin kesin kurulduğu anlamına geldi. Aynı yıllarda Ege’deki henüz fethedilmemiş adaların hemen tamamını ele geçirmek suretiyle bölgedeki bütün yabancı güçleri Ege Denizi’nden temizlemiş oldu. Onun Orta Akdeniz’de ve Kuzey Afrika’da sürdürdüğü hakimiyet mücadelesi başarılı sonuçlar verdi. Artık Akdeniz’de deniz trafi ğini Osmanlılar düzenlemeye başlamıştı. İzinsiz hiçbir devlet limanlara gelemediği gibi sularda da dolaşamıyordu.

Barbaros aynı zamanda bir gemi inşa mühendisi gibi kendi tecrübelerinden yararlanarak tercih ettiği yeni model kadırgalar inşa etti. Ve donanma için kadırganın vazgeçilmez bir gemi tipi olduğunu gösterdi. Bu anlayış yüz yıldan daha fazla Osmanlı denizciliği üzerinde etkili olacaktır.

Katip Çelebi’nin 17. asırda yazdığı Tuhfetü’l-Kibar fi Esfari’l-Bihar’ı ya da Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye’si gibi denizciliğimizin temel eserlerinden söz edebilir misiniz biraz da?

Türklerin denizciliğe yeterince önem vermediği, denizcilik eğitimi almadığı iddiasında bulunanlara verilecek en güzel cevap, biri XVI. yüzyılda, diğeri XVII. yüzyılda yaşamış ve deniz coğrafyasına dair kıymetli eserler vermiş olan iki ismi hatırlatmak olacaktır. Piri Reis ve Kâtip Çelebi.

Özellikle Piri Reis’in dünya haritası çizerek dünya coğrafyasına ilgi duyması, keşifl eri takip etmesi, Kızıldeniz, Hind Denizleri hakkında bilgi vermesi ve özellikle bütün Akdeniz’i bir iç deniz anlayışıyla incelemesi, sadece imparatorluk sınırlarıyla yetinmediğini, kendisinin bir dünya coğrafyacısı olduğunu göstermektedir. Uzun seneler süren müşahedeleri sayesinde Akdeniz’in bütün sahillerini ve adalarını en ince detaylarına kadar öğrenmesi, onun örneği olmayan bir haritacı ve deniz coğrafyacısı olduğunun delilidir. Bunu yaparken başka coğrafyacılardan yararlanmış olması kadar tabii bir şey yoktur ve Piri Reis, zaman zaman kaynaklarına temas ederek bize bilgilerinin güvenilirliği konusunda da açıklamalar yapmaktadır. Bu sebeple Piri Reis’in Akdeniz’i anlatan Kitab-ı Bahriyesi, Osmanlı donanması Akdeniz’de dolaştığı müddet zarfında komuta kademesinin başvuru ve başucu kitabı olmayı sürdürmüştür. Nitekim bu amaçlarla yüzyıllarca yeniden çoğaltılan Bahriye Kitabı’nın nüshalarındaki harita, liman şehirleri ve kale çizimleri, dönemine göre değişiklikler arzederek gelişmiş ve bunlar da en az metni kadar önem taşımıştır.

Kâtip Çelebi’ye gelince, o da XVII. yüzyılda yetişmiş coğrafyacı, tarihçi ve bibliyograf olarak tanınmış en ünlü bilginlerinden biridir. Piri Reis’in çalışmalarını çok yakından takip etmiş, hatta onun eserinden kendisi için bir seçme yaparak ve bazı yer adlarını kendi zamanındaki şekle göre yenileyerek Müntehab-ı Bahriye adlı bir kaynak kitap hazırlamıştır. Fakat denizcilik tarihi konusunda onu asıl meşhur eden Girid Seferi münasebetiyle yazdığı Tuhfetü’l-Kibâr fî Esfâri’l-Bihâr adlı eseri olmuştur. Bu kitap belgeler dışında denizciliğin yazılı ilk kaynağıdır. Girit seferinin olumsuz sonuçları üzerine eski deniz savaşlarından ve yaşananlardan oluşan bir deniz tarihi yazmayı düşünmüş, denizcilere nasihat, tersane ve donanma organizasyonu gibi konuları ele alarak dönemin devlet adamlarına sunmuştur. Deniz Seferleri Konusunda Büyüklere Armağan anlamına gelen kitabını yazarken aynı zamanda ders vermeyi amaçlamış ve eseri doğrudan Sultan IV. Mehmed’e (1648- 1687) sunmuştur. Bu eser orijinal yazmasının tıpkıbasımı ve transkripsiyonlu metninin diğer nüshalarla karşılaştırılması ile oluşturulan yeni bir metin halinde tarafımdan hazırlanmış ve Denizcilik Müsteşarlığı tarafından yayımı gerçekleştirilmek üzeredir.

İsterseniz Piri Reis’e gelelim şimdi de. Piri Reis denilince hepimiz öncelikle haritasını hatırlıyoruz. Fakat denizcilik tarihi ve kültürü açısından baktığımızda haritası dışında da birçok konu var söz edilmeye değer.

Piri Reis, bilinen ilk ve tek haritacımız değildir. Ondan önce Tunus’ta haritalarını çizen Ahmed b. Süleyman et Tancî’nin 1413 ve İbrahim el-Mürsî’nin 1461 tarihli haritaları mevcuttur. Kuzey Afrikalı olmaları hasebiyle Osmanlı sayılmasalar bile bu dönemin Müslüman haritacıları olarak kabul edilmektedirler ve bu haritalar Topkapı Sarayı ve deniz müzesinde bulunmaktadır. Yine Piri Reis’in çağdaşı olan el-Hac Ebu’l- Hasan’ın haritası Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtadaki topraklarını göstermektedir. Bu da Topkapı Sarayındadır. Bu sebeple Piri Reis var olan bir geleneği sürdürmektedir.

Şüphesiz onun uzun süren ömründe bir denizci olarak da pek çok faaliyetleri vardır. Öncelikle Kemal Reis’in yanında denizlerle tanışmıştır. Ondan çok şey öğrenmiş, savaşlara katılmış ve sonunda kendisi kadırga reisi olmuş ve nihayet Kızıldeniz’deki Osmanlı Devletinin Hind donanması kapudanlığına getirilmiştir. Bu görevi sırasında Hürmüz’ü kuşatmış, defalarca Portekizlilerle savaşmış ve bu görevinde iken başarısızlığı öne sürülerek hayatından olmuştur. Onun Osmanlıların Hind Denizlerine açılmasında, Kızıldeniz ve Basra Körfezi’ni daha güvenli hale getirme konusunda bir donanma komutanı olarak önemli etkisi olmuştur.

Piri Reis, eserini nazımla ve nesirle yazılan kısımlar olarak iki ana bölüme ayırmış. Sizce onu bu tercihe ve böyle bir eserde nazım da kullanmaya iten sebepler neler olabilir?

Kitâb-ı Bahriye ilk defa 1521’de bizzat Piri Reis’in kaleminden çıkmış olarak yazılmıştır ve bu metin nesir şeklindedir. İkinci yazılımı ise sadrazam İbrahim Paşa’nın isteğiyle Kanuni Sultan Süleyman’a sunulmak üzere hazırlanmıştır. Bunun nazım olan kısımlarını Muradî isimli bir başkası kaleme almış, nesir olan kısım da Piri Reis’in yazdığı birinci metni esas almak suretiyle yeniden oluşturulmuştur. Çünkü Piri Reis’in kendi ifadesi edebî olmaktan uzak ve kısmen basit kalmaktadır. Bu sebeple birinci telifte Piri Reis’in kendi üslubu, ikincide ise bilgiler Piri Reis’e ait olmak üzere metin yeniden gözden geçirilmiştir. Birinci telif Kitâb-ı Bahriye’de yaklaşık 120-130 harita bulunurken ikincide bu sayı 220 civarındadır. Dünyada bilinen Kitâb-ı Bahriye yazması elli kadardır. Türkçe’de bazı neşirleri olmakla beraber bunlar tam anlamıyla bilimsel olmaktan uzaktır ve mukayeseli neşrinin yapılması hâlâ önem taşımaktadır. Yakın zamanda İspanyolca’ya tercüme edilerek yayımlanması, İtalya ve Fransa’da üzerinde çalışmalar yapılıyor olması eserin ne kadar ciddiye alındığını göstermesi bakımından önemlidir.

Son olarak Piri Reis’in dünya haritasına gelirsek. Sadece Osmanlı’da haritacılığı başlatmakla kalmayıp dünya çapında bir başarı olduğunu söyleyebilir miyiz bu haritanın? Haritanın öneminden söz edebilir misiniz bize?

Bugün elimizde bulunanı Piri Reis’in dünya haritasının parçası bilinen en eski parça olması sebebiyle dünya çapında önemlidir ve bu önemi sebebiyle bütün dünyada da ciddiye alınarak inceleme konusu yapılmaktadır. Onun, kaynakları arasında Colombus’a ve başka pek çok haritaya atıfta bulunması kendi haritasının değerini düşürmez. Üstelik bu kaynaklar günümüzde bilinmediğine göre bunlardan yararlanan Piri Reis’in ilim âlemine ve haritacılık dünyasına önemli bir katkıda bulunduğunu göstermektedir. Onun önemini daha iyi ortaya koymak için adına bir enstitü kurmak ve uzmanlar yetiştirerek haritaları başta olmak üzere bilinen bütün birikimlerini bir araya getirmek, çağdaşlarını ve sonrasında yetişmiş olanları dikkate alarak mukayeseler yapmak gerekmektedir. Hatta yapılması mümkün olan bir başka şey de onun bilinen haritasından hareketle haritanın bulunmayan parçasını tamamlamak üzere çalışmalar yapmak olmalıdır.

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir