İslam düşüncesinin en büyük yorumcularından biri olarak Muhyiddîn İbnü’l-Arabî ve tasavvuf

ibnularabi

Düşünceleriyle tarihimize damgasını vurmuş birkaç isim saymak istesek şüphesiz İbnü’l-Arabî bunların başında gelir. İbnü’l-Arabî sadece İslam medeniyetinin değil, bütün insanlığın yetiştirdiği en önemli ve etkili birkaç isminden biridir. Fütûhât-ı Mekkiyye ve Fusûsu’l-Hikem gibi eserleriyle İslam metafizik düşüncesinin yeni bir perspektif ve üslupla hayata yön vermesine öncülük eden İbnü’l-Arabî’yi dünyanın en önemli tasavvuf ve İbnü’l-Arabî uzmanlarından biri olan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ekrem Demirli ile konuştuk.

İbnü’l-Arabî bütün tasavvuf tarihinin en önemli düşünürü. Aynı zamanda sizin çalışmalarınızda dile getirdiğiniz üzere, bütün insanlığın yetiştirdiği en büyük birkaç isimden biridir. Siz de onun en önemli eseri olan on sekiz ciltlik Fütûhât’ı tercüme ettiniz ve Fusûs’a da bir şerh yazdınız. Aynı zamanda İbnü’l-Arabî geleneği üzerinde de kitabınız yayınlandı. Önce bize İbnü’l-Arabî hakkında bilgi verseniz. Yaşadığı zaman, coğrafya ve dönem hakkında neler söylersiniz?

İbnü’l-Arabî bir 13. asır (1165-1240) düşünürüdür. Endülüs’te doğmuş, henüz gençliğinde İspanya’dan ayrılarak Kuzey Afrika’dan doğu İslam dünyasına geçiyor, Mısır’a, Mekke’ye, Anadolu’ya, uzun süre kaldığı Malatya’ya, Konya’ya geliyor. İbnü’l-Arabî bu geniş coğrafyada yaşıyor. Bir düşünür olarak en üretken olduğu yerler Mekke, Şam, Malatya ve Konya! Yaşadığı dönem, aşağı yukarı kelâmın, İslam felsefesinin ve tasavvufun olgunluk dönemine girdiği dönemdir. İbnü’l-Arabî İslam bilim ve düşünce mirasına yeni bir bakış açısı kazandıran kişidir. Bu mirası vahdet-i vücûd anlayışını merkeze alan bir anlayışla yorumluyor. Bu bakış açısında en merkezde tasavvuf ve ahlak var. Bu perspektifle dinin temel konularını, Allah-insan ilişkilerini yeni bir gözle yorumluyor. Yeni bir söylem, yeni bir yorum ortaya koyuyor. Bu bakımdan İbnü’l-Arabî’ye İslam düşüncesindeki son büyük yorumcu olarak bakabiliriz. Zaten Şeyhü’l-ekber, yani ‘en büyük şeyh’ tabiri de buna işaret eder.

İbnü’l-Arabî uzun bir seyahat gerçekleştirirken aynı zamanda çok velud bir yazar olarak karşımıza çıkıyor. Nasıl bağdaştırmış böyle hareketli bir hayat ile bu kadar eser yazmayı? Eserleriyle yolculuğu birbirini nasıl etkilemiş? İbnü’l-Arabî’nin bu entelektüel serüveni hakkında neler söylersiniz?

İbnü’l-Arabî’nin bu kadar hareketli bir hayata bu kadar eseri nasıl sığdırdığını anlamak hakikaten güç! Sezai Karakoç bir şiirinde ‘yolları bir urgan gibi ayağına sarmış Muhyiddin’ diye bir tabir kullanır. Çok isabetli bir anlatım! Tam da öyle! İslam dünyasında gezmediği yer kalmamış. Ama daha da önemlisi konuşmadığı insan kalmamış. Bence işin en önemli tarafı bu! İbnü’l-Arabî herkesle konuşmuş, herkesi dinlemiş, İslam dünyasının birikiminin bir şahidi. Bir gün İbnü’l-Arabî üzerinde daha derin çalışmalar yapılırsa, onun eserlerindeki insan tiplemeleri üzerinde de durulacaktır. O zaman İslam medeniyetinin bilgi anlayışı, sıradan insan ile seçkinler arasındaki ayrımın neredeyse ortadan kalktığı “erdem” esaslı derecelenme fikri daha bariz olarak ortaya konulacaktır. Bu kadar hareketlilik içinde de pek çok eser yazmış. Bazı araştırmacılar beş yüz civarında eseri olduğunu söylüyor. Bunların çok önemli bir kısmı küçük risalelerden oluşmakta. Eserlerinin en önemlileri Fusûsu’l-Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye. Bu eserler İslâm düşünce geleneğinde zirveyi temsil ederler. Az önce de söylediğim gibi büyük bir seyahat gerçekleştirmiş İbnü’l-Arabî. ‘İlim için seyahat’ pek çok düşünürün hayatında görebileceğimiz bir şey. Genellikle çevreden merkeze doğru gelme zorunluluğu. Tarihsel olarak baktığımızda Endülüs’te siyasal ve sosyal kargaşa başlıyor bu dönemde. Bu durum da yolculuğun amillerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor.

Hocam! O dönemde Endülüs’te düşünce hayatında bir gerileme anlamına da gelir herhalde söyledikleriniz. Tam bu noktada araya girerek, İbnü’l- Arabî’nin ‘Endülüslü’ olması üzerinde durmak istiyorum. Bu husus öteden beri üzerinde çok durulan bir mesele. İbnü’l-Arabî’nin Endülüsİspanya’lı olmasını nasıl anlamak gerekir? Hıristiyanlık tesiri-etkileşimi içinde bir tasavvuf anlayışından mı söz edeceğiz?

Endülüs’te düşünce hayatında bir gerileme olduğu kesin. Ancak bence zaten Endülüs düşünce hayatı çok çalkantılıdır. Düşüncenin gelişmesi ve zirveye ulaşması çok kısa sürede oluşmuştur. Bu itibarla Endülüs çağımızda özellikle de Kuzey Afrikalı bazı yazarlar ile İbn Rüşd’ün Avrupa üzerindeki tesirini dikkate alan kimseler tarafından fazla öne çıkartılmış. Müslümanların İspanya dönemi hiçbir zaman Doğu İslam dünyası kadar üretken bir yer olamadı. Bunun nedenleri üzerinde durmak lazım. Kanaatime göre Endülüs doğu tecrübesinden yeterince yararlanmadı ve Doğu’da ortaya çıkan felsefi gelenek orada yeniden kurulmaya, keşfe çalışıldı. Bu durum Endülüs’ün daha sınırlı imkânlara dayanmasına yol açtı. Felsefe ve tasavvuf bu duruma iyi örnek teşkil eder.

İbnü’l-Arabî’yi ancak hayatı ve insanı ciddiye alan biri hakkıyla anlayabilir. Daha doğrusu İbnü’l-Arabî’nin metinleri kendini böyle birine açar. Sadece onu değil, Hz. Mevlana’yı, Yunus Emre’yi ve diğer isimlerin hepsi böyledir.

İbnü’l-Arabî’ye dönersek, kanaatimce İbnü’l-Arabî’nin Endülüs bağı üzerine gereğinden fazla duruluyor. Böyle yapılarak onun Batıdan ve bilhassa Hıristiyanlıktan etkilendiği ima edilmek isteniyor. Endülüs’ün genel İslam düşüncesine dönük katkısı da içinde fazla abartılıyor. Ben İbnü’l-Arabî’nin ruhen Endülüslü beslendiği kaynaklar itibarıyla da Doğu’ya müntesip olduğunu düşünürüm. İslâm’da bilimin merkezi her zaman Endülüs merkezden uzak kalmanın kendisine kazandırdığı bir özgür üslup ve söyleme sahip oldu. Bu durum Endülüs kökenli yazarlarda belirgindir. Bu tavrın İbnü’l-Arabî’de devam ettiğini görmekteyiz. İbnü’l-Arabî kendisini açık bir şekilde herhangi bir mezhebe veya ekole bağlamaz. Bu sayede az önce bahsettiğim ‘uzlaştırıcı ve barıştırıcı’ tutumuyla İbnü’l-Arabî, bütün ekol ve fırkalara nesnel bir yaklaşım ortaya koyabilmiştir. Bütün ekolleri ve hizipleri barıştırabilecek üst dile sahip metinler ortaya koydu. Burada Endülüslü olmanın tesiri açık bir şekilde görülür.

Hayat bize ‘Ben kimim?’ sorusunu paranteze aldırtıp statü kazanmayı dayatıyor. Hâlbuki statünün bir niceliksel değişim olduğunu kendisine ulaşınca öğreniyoruz. Hakikat tüm statüleri anlamsız sayıp ‘Ben kimim?’ sorusuna yönelmemizi istiyor. Yunus, Mevlana, İbnü’l-Arabî bunun için büyük düşünürdür. Bize sormamız gereken soruyu hatırlattıkları için.

Biraz da tasavvufun menkıbe diline dönersek, bu seyahat bildiğim kadarıyla menkıbelerde de ele alınmıştır. Özellikle Konevi irtibatı menkıbelerde zikrediliyor.

Evet, tabii ki! Bir menkıbede İbnü’l-Arabî’nin Endülüs’ten Doğu’ya doğru seyahat sebebi anlatılır: İbnü’l-Arabî bir rüya görür. Rüyasında Endülüs’ten ayrılacağını ve Doğu’ya doğru gideceğini görür. Der ki İbnü’l-Arabî ‘Bunun sebebini öğrenmeden gemiye binmem’ dedim. Sonra şöyle bir ilham alır: ‘Doğu’da Sadreddin (Konevî) adında biri var, onu yetiştireceksin.’ Bence vakıalar bu menkıbeyi doğrulamıştır. İbnü’l-Arabî’nin aslında iki büyük eseri vardır: Birincisi Fütûhât-Fusûs (ayırmamak lazım), ikincisi ise Konevî’dir. Konevî İbnü’l-Arabî’nin İslâm düşüncesinde müessir olmasının temel amillerinden birisi. Ekberî gelenek Konevî ve talebeleri vasıtasıyla teşekkül etti. Konevî’nin katkısı olmasaydı bu gelenek sistematik bir yapı kazanamayacaktı. Konevî bir yandan İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini daha sistematik bir dille ifade etti, bir yandan da yetiştirdiği talebeleri vasıtasıyla bu düşüncenin yaygınlaşmasına hizmet etti. Bu itibarla Konevî’yi Ekberî geleneğin ikinci kurucusu olarak görebiliriz.

İbnü’l-Arabî, Mevlana, Yunus Emre, Sadreddin Konevi vs. Bütün bu isimleri hangi ortak payda bir araya getirmektedir?

Yaklaşık olarak hep aynı asırda yaşamış bu insanlar bizim için ne ifade eder? Soruya birkaç yönden cevap verebiliriz. Bence hepsi hayatın ve insan olmanın manası hakkında en doğru cevapları vermiş kişilerdir. Ortak paydaları budur. Aynı zamanda onları kalıcı kılan da budur. Çünkü hayat ne kadar değişirse değişsin, hayat ve Hayat bize ‘Ben kimim?’ sorusunu paranteze aldırtıp statü kazanmayı dayatıyor. Hâlbuki statünün bir niceliksel değişim olduğunu kendisine ulaşınca öğreniyoruz. Hakikat tüm statüleri anlamsız sayıp ‘Ben kimim?’ sorusuna yönelmemizi istiyor. Yunus, Mevlana, İbnü’l-Arabî bunun için büyük düşünürdür. Bize sormamız gereken soruyu hatırlattıkları için. 8 kültür insan hakkındaki bilgelik kadim bir bilgiden geliyor. Bu nedenle de o bilgi değişmiyor. Mesela Hz. Mevlana ‘sazlıktan kopartılan kamış’ misaliyle veya İbnü’l-Arabî daha derin bir tahlille insanın olmanın anlamı sorununa cevap verir. Her insan için en önemli soru şudur: ‘Ben kimim?’ Ben kimim sorusu bütün bir hayatı inşa edebilen cümledir. Bir bakıma Arşimet’in kaldıraçtaki sabit noktasına karşılık gelir. Her şey bu sorunun bir parçası olarak bizi ilgilendiriyor. Sûfîler bu soruyu o kadar önemsemişler ki, Hz. Peygamber’in ‘Kendini bilen insan rabbini bilir’ hadisini baş tacı etmişlerdir. Bütün tasavvuf aslında bu hadisin bir yorumu: insanı bilmek, Allah’ı bilmek. Birine marifetü’n-nefs ötekine marifetullah diyoruz ki tasavvufun iki adıdır bunlar. Bütün sûfîleri bir araya getiren ana nokta budur. Hepsi aynı soruya cevap vermek istemişler, insana şunu demişlerdir: Statü veya toplumsal sınıf ‘ben kimim’ sorusuna bir cevap değil, tam tersi bir perde olabilir ve ben kimim sorusunu erteletmeye yol açabilir. İnsanın hayatı ise ben kimim sorusuna yeterli ve gerçekçi bir cevap bulmadan bir yere oturmayacak. O zaman meseleyi şöyle özetlemek lazım: Hayat bize ‘ben kimim?’ sorusunu paranteze aldırtıp statü kazanmayı dayatıyor. Hâlbuki statünün bir niceliksel değişim olduğunu kendisine ulaşınca öğreniyoruz. Hakikat tüm statüleri anlamsız sayıp ‘ben kimim?’ sorusuna yönelmemizi istiyor. Yunus, İbnü’l- Arabî bunun için büyük düşünürdür. Bize sormamız gereken soruyu hatırlattıkları için.

Esas itibarıyla bu sorulara en doğru cevapların Hz. Peygamber tarafından verildiğine inanırız. Zaten İbnü’l-Arabî, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektâş-ı Veli gibi isimler, farklı çağlarda ve farklı coğrafyalarda Hz. Peygamber’in şarihleridir. Başka türlüsü düşünülemez. İbnü’l-Arabî ‘ben kimim?’ sorusuna Hz. Peygamber’in verdiği cevabı yeni şartlara göre güncelleyen bir düşünür olarak bakmamız lazım. Bu iki nokta bence onları bütün zamanların parçası haline getiriyor. O zaman hepimiz Mevlana’nın, Yunus’un ama en çok da İbnü’l- Arabî’nin çağdaşı ve talebesiyiz.

İbnü’l-Arabî’yi anlamaya-okumaya öncelikle hangi noktadan başlamamız gerekir sizce?

Nasıl bir zihinsel hazırlık yapmak lazım? Hangi kavramlar üzerinde daha çok durmalıyız? Bu hususlarda çok sözler söyleniyor, sizin kanaatiniz nedir? İbnü’l-Arabî’yi ancak hayatı ve insanı ciddiye alan biri hakkıyla anlayabilir. Daha doğrusu İbnü’l-Arabî’nin metinleri kendini böyle birine açar. Sadece onu değil, Hz. Mevlana’yı, Yunus Emre’yi ve diğer isimlerin hepsi böyledir. Tasavvufun bir ciddiyet ve samimiyet yolu olduğu yönündeki meşhur ifadeyi ısrarla vurgulamak isterim. Ciddiyetle yönelmek ve samimiyet yoksa onları anlamamız mümkün değil. Onların metinlerinin ortak özelliği samimiyet ve ciddiyetle verilmiş bir emektir. İnsanlığın en önemli eserlerini ortaya koymuş kişilerden söz ediyoruz. İbnü’l-Arabî okurundan ‘insaf’ bekler. İnsaf aslında empatiyle karşılayabileceğimiz bir kavramdır. Bir tür yol arkadaşlığı olarak da görebiliriz. Çünkü bizim için bir şey yapmak istiyor ve biz iyi niyetli olmazsak ondan yararlanamayacağız. İbnü’l-Arabî’ye yol arkadaşı olmamız lazım. Birinci mesele budur.

İbnü’l-Arabî kendisini açık bir şekilde herhangi bir mezhebe veya ekole bağlamaz. Bu sayede ‘uzlaştırıcı ve barıştırıcı’ tutumuyla İbnü’l- Arabî, bütün ekol ve fırkalara nesnel bir yaklaşım ortaya koyabilmiştir. Bütün ekolleri ve hizipleri barıştırabilecek üst dile sahip metinler ortaya koyabilmiştir.

Bunun dışında İbnü’l-Arabî’nin konuştuğu alanın İslâm ahlakı olduğunu unutmamamız gerekiyor. Hangi konu ele alınırsa alınsın, mesele buraya varır. Ana referansları her zaman Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnettir. Cüneyd-i Bağdâdî ‘Tasavvuf, Kur’ân ve Sünnetle sınırlı bir ilimdir’ der. Bu ifade Hz. Mevlana’da ‘Ben Kur’ân’ın bendesiyim’ şeklinde tezahür eder. İbnü’l-Arabî’de ‘Hz. Peygamber’e ittibâ ve O’nun izinden gitmek’ diye ortaya çıkar. Dolayısıyla akılda tutmamız gereken ikinci önemli nokta, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde bir metafizik ve ahlak düşünürüyle karşı karşıya olduğumuzu bilmektir. Bu şu demektir: İbnü’l-Arabî insana merhameti öğretmek isteyen bir düşünürdür, cömertliği, tevazuu, başkalarına saygıyı, kadirşinaslığı, sabrı, sevmeyi vs. ahlakın temel erdemlerini öğretmek isteyen bir düşünürdür. İçimizden en merhametli veya en cömert, en mütevazı olanlar İbnü’l-Arabî’nin ahbapları olabilir. ‘Benim affedemeyeceğim hiçbir suç yoktur’ der bir yerde. Başka bir sözünde ‘Âlemde değersiz gördüğüm hiçbir şey olmadı’ der. Çünkü her şey Hakk’tandır ve her şey Hakk’a bir ayet. İbnü’l-Arabî bu ahlakı öğrenmeden insanın ‘ben kimim’ sorusunu cevaplamayacağını bize öğretti. Ben kimim sorusunun cevabı, merhametten, saygıdan, tevazudan geçiyor. Onu perdeleyen kibir ve benlik iddiası!

Üçüncü olarak İbnü’l-Arabî’nin aynı zamanda bir metafizikçi olduğunu unutmamamız lazım: Bir metafizikçi olmak İbnü’l-Arabî’ye belirli bir zaman, mekân ve dil sınırı olmaksızın bütün çağlarla ve medeniyetlerle iletişim kurabilme imkânı kazandırır. Aslında bu vasıf İslam’dan geliyor. Çünkü Müslümanlar uzun zamandır İslam’ın evrenselliğini unutmuş görünmekte. Hâlbuki İbnü’l-Arabî’nin düşüncesi şu ilkelerden hareket eder: Allah herkesin Rabbi, İslam herkesin dini ve Hz. Peygamber herkesin peygamberi. İslam hiçbir şekilde yerellikle bağdaşamaz. Ama İslam’ın bu özelliği ancak büyük düşünürler vasıtasıyla ispat edilebilir. İbnü’l-Arabî bence İslam’ın evrenselliğini en iyi anlayan düşünürdür. Metafizik, insanın temel sorunlarına insanlık dilini bilerek yaklaşır. Muhtemelen İbnü’l-Arabî dünyanın bu alanda yetiştirdiği üç-beş büyük isimden biridir. İbnü’l- Arabî okuru bunu bilmeden onu anlayamaz.

Ben İbnü’l-Arabî’nin çevresinde fazla dolanmadan kendi metinlerine inmeyi tavsiye ederim. Fütûhât’tan herkesin anlayacağı çok şey vardır herhalde. Yoksa hiçbir şeyin hazırlık süreci tamamlanmaz.

İbnü’l-Arabî bence İslam’ın evrenselliğini en iyi anlayan düşünürdür. Metafizik, insanın temel sorunlarına insanlık dilini bilerek yaklaşır. Muhtemelen İbnü’l- Arabî dünyanın bu alanda yetiştirdiği üç-beş büyük isimden biridir. İbnü’l-Arabî okuru bunu bilmeden onu anlayamaz.

Bazı araştırmacılar İbnü’l-Arabî’ye karşı oluşan tepkilerin iki aşırı uca sahip olmasını ön plana çıkartıyorlar. Üstelik buradan İbnü’l-Arabî’yi “ sakıncalı düşünür” gibi yorumlamak isteyenler var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? İbnü’l-Arabî sakıncalı bir düşünür müdür gerçekten?

İslâm düşüncesinde ihtilafların olması tabiidir. Belki de bir medeniyetin ve düşüncenin büyüklüğünün bir göstergesi de sayılabilir ihtilaflar. İbnü’l-Arabî sevenleri ve eleştirenleri olan bir isimdir. Ama bir bütün olarak baktığımızda İbnü’l-Arabî’nin sevenlerinin onu eleştirenlere kıyasla çok fazla olduğunu söylemek lazım. Ben bu eleştirilerin fazla abartılması taraftarı değilim. Neticede bir düşünür hata yapabilir, onun hataları doğrularından istifade etmeyi ortadan kaldırmaz. Nitekim bizzat İbnü’l-Arabî bize hatalı pek çok ekole nasıl bakmamız gerektiğini öğretir: Bence bu metoda günümüzde de çok muhtacız. İbnü’l-Arabî diyor ki, bir şeye önce o şeydeki doğru yönü görerek başlamalıyız. Sonra eksiklerden söz edeceğiz. Bu çok önemli bir yaklaşım farkıdır ve günümüzde biz buna çok muhtacız. Hiçbir şey mutlak yanlış olamaz. O zaman her şeydeki doğruyu görmek insanın en temel vazifesidir. Bence burada da meseleye böyle bakmakta fayda var. Bir de şunu görmek lazım, İbnü’l- Arabî bu yaklaşımıyla birbirinden farklı ekolleri bir maksat uzlaştırabilmiştir. Bu açıdan İbnü’l-Arabî İslâm ümmetini barıştıran büyük bir düşünürdür. İbnü’l- Arabî’ye baktığımda şöyle düşünüyorum: İbnü’l-Arabî Endülüs’tür, Kurtuba’dır, Fas’tır, Tunus’tur, Kahire’dir, Bağdat’tır, Şam’dır, Mekke’dir, Malatya’dır, Konya’dır. Bütün bu şehirleri kardeş şehir yapmıştır yolculuklarıyla ve eserleriyle.

Buradan devam ederek, İbnü’l-Arabî’nin felsefî düşünceye bakışını anlatabilir misiniz? Çok söz söyleniyor tasavvuf-felsefe veya tasavvuf-akıl ilişkisi hakkında? Gerçekten de ‘akılla olmaz mı?’

Nedir bu aklın sûfîlerin dilinden çektiği diyesi geliyor insanın eleştirilere bakınca! Hâlbuki akıl bizi mükellef haline getirmiyor mu? Evrensel bir düşüncedir dediniz İslam düşüncesi, evrensel olan bir düşünce aklı ne kadar dışlayabilir ki? İbnü’l-Arabî bu soruna nasıl bir yaklaşım getiriyor? İbnü’l-Arabî’nin felsefe anlayışı insan ve varlık görüşünün bir yansımasıdır. İbnü’l-Arabî insanın samimiyetine inanır. İnsanın hakikat arayışının başarısız kalamayacağını söyler. İnsan hakikati ararken pasif bir şeyi aradığını düşünür. Ancak hakikat Hakk ise iş değişir: Bize kendini bildirmek isteyen bizzat Hak’tır. İlk hatırlamamız gereken bu. Yani biz, bilinmek isteyen bir Allah’ı arıyoruz. Kendini göstermek ve tanıtmak isteyen Allah anlayışına inanmak bizim eşyaya bakışımızı değiştirir. Her insan hakikat hakkında eksik de olsa bir bilgi elde eder. Çünkü Allah herkese şah damarından daha yakındır. İnsanın Allah’a inanıp inanmaması bunu değiştirmez. Bunu hiç unutmamak lazım. Bu çok önemli bir düşüncedir. Benim kanaatime göre İslam’ın evrensellik düşüncesinin bir yansımasıdır bu tavır. İbnü’l-Arabî aklın yetersizliğini bize anlatır. Akıl en önemli bilgi imkânımız olsa bile, vahiy ile ikmal edilmeden bizi tatmin edemez. Bu nokta genellikle yanlış anlaşılır ve sûfîlerin akıl karşıtlığını savundukları düşünülür. Kesinlikle böyle bir şey söz konusu değildir. Tasavvuf için herhangi bir şekilde akıl karşıtlığı ifadesini kullanmak doğru değildir. Doğru tabir, aklın yetersizliğini savunmaktır. Zaten felsefe de bunu kabul eder.

İbnü’l-Arabî’nin düşünce geleneğimizdeki yeri hakkında neler söylersiniz? Bilhassa üzerinde yaşadığımız coğrafya’daki tesirlerini hesaba katarsak neler söyleyebiliriz? Mesela İstanbul’da yaşayan bir akademisyen, bir şair, bir iş adamı veya sıradan bir insan niçin İbnü’l-Arabî okusun? Bence İbnü’l-Arabî esas itibarıyla ‘Büyük Anadolu’ diye tabir ettiğim bir coğrafyanın müntesibi. Hadiseye önce buradan bakmak lazım. İbnü’l-Arabî bu topraklarda “Şeyh-i ekber” oldu. İbnü’l-Arabî kendi eserleriyle pek çok şehri kardeş yaptı demiştim! Bu etki ölümünden sonra da devam etti ve yeni şehirler eklendi halkaya. Bursa geldi, İstanbul, Bosna, Kırım, Sofya, İran, Azerbaycan, Hindistan vs. İslam coğrafyasının neredeyse bütünü birbirine bağlandı İbnü’l-Arabî’nin eserleri üzerinden. İbnü’l-Arabî’nin Sünni dünyada yorumcuları oldu, Şii yorumcuları oldu. Bu bakıma mezhepleri aşabilen ender düşünürlerden biridir. Bu durum çağımız için de büyük imkânlar sunar bize.

Bence Müslümanların İslam mirasını ciddiyetle ele alması lazım. Artık İslam dünyası pek çok bakımdan rahat. Bilimsel faaliyetlere daha çok önem vermek lazım. Üstelik meslek ayrımı yapmadan, herkes bir katkı sağlamalı. Doğrusu Türkiye’de bir İbnü’l- Arabî Araştırmaları Merkezi kurulmasını çok isterim.

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir