Bilginin peşinde bir ömür: Kâtip Çelebi ve mirası

miras

XVII. yüzyılda yaşamış büyük Osmanlı bilgini Kâtip Çelebi, bilimsel üretkenliği ve araştırmalarındaki titizlik ve zenginlikle bütün dünyada en çok tanınan ve kıymet verilen birkaç düşünürümüzden biridir. Bugün bile bütün dünyadaki sosyal bilim araştırmacılarının kaynak olarak kullandığı onlarca eseri kaleme alan Kâtip Çelebi’yi, bu konunun uzmanlarından Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi (MEDAM) Başkanı Sayın Prof. Dr. Bekir Karlığa ile konuştuk.

Öncelikle Kâtip Çelebi’nin hayatından kısaca bahsedebilir misiniz?

Asıl adı Mustafa olan Kâtip Çelebi 1609’da İstanbul’da doğmuştur. Doğu bilim dünyasında Hacı Halife, Batı’da ise Hacı Kalfa adıyla da tanınan Kâtip Çelebi’nin babası Abdullah Enderun’da yetişmiş, silahdârlık göreviyle saraydan ayrılmıştır. 14 yaşına kadar özel eğitim gören Kâtip Çelebi, 1623’te Anadolu Muhasebesi Kalemi’ne girmiş ve IV. Murat döneminde (1624-1640) girişilen Doğu seferlerinde kâtip olarak katılmıştır. 1635’te İstanbul’a dönerek kendisini tümüyle okuyup yazmaya vermiş, dönemin ünlü bilginlerinin derslerine katılarak medrese öğrenimindeki eksikliklerini gidermiştir. Tarihten tıbba, coğrafyadan astronomiye kadar geniş bir ilgi alanı olan Kâtip Çelebi’nin aynı zamanda zengin bir kitaplığı da vardı. 1645’te sırası geldiği halde yükselemediği için kalemdeki görevinden ayrıldı. Ancak 1648’de Takvimü’t Tevarih adlı yapıtı dolayısıyla şeyhülislam Abdurrahim Efendi aracılığıyla kalemde ikinci halifeliğe getirildi. Bundan sonra da öğrenme ve öğretme yolundaki çabalarını sürdüren Kâtip Çelebi peş peşe yapıtlar vermeye başladı. Telif ve çeviri türünde, en önemlileri tarih, coğrafya ve bibliyografya alanında olmak üzere yirmiyi aşkın eser kaleme almıştır.

Kâtip Çelebi’nin çok çeşitli alanlarda onlarca eser yazdığını görüyoruz. Bu çerçevede onun en önemli eserlerinden ve bu alan çeşitliliğinden bahsedebilir misiniz?

Düzenli bir eğitim görmediği ve medreseden yetişmediği halde Kâtip Çelebi, serbest düşünceli bir entelektüel olarak tarihten edebiyata felsefeden astronomiye kadar devrinin bütün bilgi alanlarıyla yakından ilgilenmiştir. Tarih alanında, kâinâtın yaratılışından 1641 yılına kadar geçen olayları naklettiği “Fezleketü’t-Tevârîh”; 1592- 1655 yılları arasındaki olayları anlattığı “Fezleke”; Hz. Âdem’den başlayıp 1648 yılına kadar geçen vakaları, kronolojik olarak sıraladığı “Takvîmü’t-Tevârîh”; Johann Carion’un 1548’de Paris’te yayımlanan Chronic1e adlı eserinin tercümesinden ibaret olan “Târih-i Frengî Tercümesi”; Yunan, Roma ve Hıristiyan Avrupa konusunda temel bilgilerin yer aldığı “İrşâdü’l-Hıvârâ ilâ Târihi’l- Yunâni ve’r-Rûmi ve’n-Nasârâ”; Revnaku’s-Saltana adıyla da bilinen ve bazı Grek tarihçilerinin eserinin İstanbul ile ilgili kısımlarının çevirisinden ibaret olan “Tarih-i Konstantiniyye ve’l-Kayâsire” gibi gerçekten zamanına göre çok değerli olan eserler bunlar arasındadır.

Bunlardan ayrı olarak, yaşadığı çağda ortaya çıkan bazı Astronomi problemlerine cevap bulmak amacıyla kaleme aldığı “İlhâmü’l-Mukaddes min’el-Feyzi’l-Akdes”; özlü sözlerin, anlamlı mısraların ve ibretli darb-ı mesellerin alfabetik sıra ile aktarıldığı bir tür ansiklopedik sözlük niteliğindeki “Tuhfetü’l-Ahyâr fi’l-Hikemi ve’l-Emsâli ve’l-Eş’âr”; bazı dini konulara aydınlık getirmek üzere derlemiş olduğu “Dürer-i Müntesire ve Gurer-i Münteşire”; Ali Kuşçu’nun astronomiye dair “er-Risâletü’l- Muhammediyye” isimli eserine yazdığı şerh olan “Hüsnü’l-Hidâye”; bazı teşrîfât kaidelerinden söz eden “Kânûnnâme”; garip ve alışılmışın ötesindeki Fıkıh konularına dair fetvâların toplandığı “Recmü’r-Râcim bi’s- Sîni ve’l-Cîm”; çeşitli konulara dair okuduğu ve okuttuğu yirmi yedi eserin özet ve açıklamalarından meydana gelen “Câmi’u’l-Mütûn min Celîli’l-Fünûn”; devletin malî düzenindeki bozuklukları düzeltmek amacıyla kaleme aldığı “Düstûrü’l-Amel li-Islâhi’l-Halel” ve dönemin tartışmalı bazı konularına açıklık getirmek amacıyla yazdığı son eseri olan “Mîzânü’l-Hakk fi İhtiyâri’l-Ehakk” isimli eserleri, müellifimizin entelektüel ilgisinin ne denli geniş olduğunu göstermektedir.

Kâtip Çelebi’nin Osmanlı düşünce hayatına etkileri nelerdir?

Hangi isimlere tesir etmiştir? Osmanlı bilim ve düşüncesinin mümtaz şahsiyetlerinden birisi olarak Kâtip Çelebi, son asırlarda İslam dünyasında yetişen büyük bilgin ve düşünür, bir aydınlanma emekçisi, XIX. yüzyıl Osmanlı modernleşmesinin fikir babası ve itici gücü konumundadır. Bu nedenle de kendinden sonra gelen bütün aydınlarımızı az çok etkilemiştir.

O, İslam dünyasında XIII. yüzyıldan itibaren sayıları gittikçe azalmaya başlayan araştırmacı bilim adamı tipinin parlak örneklerinden birisidir. Ele aldığı her konun hakkını vermiş ve o alanda, o günün şartlarında yapılabilecek olanın en mükemmelini yapmaya çalışmış, bunda da önemli başarılar sağlamıştır. Bu bitmez tükenmez azmin neticesinde, hayret verici bir şekilde 48 yıl gibi kısa bir ömre, eskilerin “muhalled” dedikleri, yirmiyi aşkın, bugün de ellerden düşmeyen binlerce sayfalık abidevi eserler sığdırmayı başarmıştır.

Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş coğrafyasına yayılmış bulunan İslam bilim ve düşüncesinin tartışılmaz şahitleri niteliğindeki ilmi eserleri görüp gözden geçirerek meydana getirdiği “Keşfü’z-Zunûn” isimli eşsiz bibliyografya çalışması, İslam kültür ve medeniyetinin ihtişamını ve Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde muhafaza edilmekte olan zengin mirası gözler önüne sermektedir.

Diğer yandan İslam coğrafya literatürünün son büyük yazarı olan Kâtip Çelebi, kâinatı gösteren anlamına gelen “Cihânnümâ” isimli eseriyle, coğrafyacı olarak Doğu’da Batı’da haklı bir şöhret kazanmıştır. İki kez Latince’ye çevrilmiş olan bu eser, kısmen Fransızca’ya, kısmen de ünlü tarihçi Hammer tarafından Almanca’ya (1812) tercüme edilmiştir.

Ünlü Osmanlı bilim tarihçisi Adnan Adıvar tarafından Türkiye’de bilimsel Rönesans’ın temsilcisi olarak nitelenen Kâtip Çelebi, aynı zamanda İslam ilimlerinin de yeniden canlandırılması için büyük bir çaba sarf etmiştir. Nitekim o, XIII. yüzyıldan sonra, İslam dünyasının dışında ortaya çıkan ilmî ve fikrî gelişmeler hakkında genişçe bilgi veren ilk ve tek bilgindir. Nihâyet onun ve öğrencilerinin büyük gayreti neticesinde XVIII. yüzyıl açılımı gerçekleşmiş, bu ise XIX. yüzyılda Osmanlı modernleşmesi olan Tanzîmât ve Islâhât hareketlerinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

Kâtip Çelebi’nin çok iyi Arapça bildiğini görüyoruz. Başta Keşfü’z-Zunûn olmak üzere Arapça kaleme aldığı eserler onun bu alandaki üstün başarısını göstermektedir. Cihânnümâ’yı yazarken Latince öğrenmeye çalıştığını belirtmiştir ki bu kitabın kenarına düştüğü notlardan onun bu dile oldukça vakıf bulunduğunu söyleyebiliriz.

Bilimsel keşiflerin Batı’ya sağladığı imkânları ve bunun Osmanlı Devleti için doğuracağı tehlikeleri görüp değerlendiren Kâtip Çelebi, bu konuda yapılması gereken şeyleri bir bir sayıp dökmekle kalmaz, aynı zamanda bunun doğuracağı emperyalist hedeflere de dikkat çeker.

Kâtip Çelebi içinde bulunduğu dönemin toplum ve siyaset yapısını nasıl değerlendiriyordu?

On dört yaşında Divan-ı Hümâyûn kalemine giren Kâtip Çelebi, bir müddet Anadolu Muhasebeciliği Kalemi’nde çalışarak hesap kaidelerini, erkâm ve siyâkat yazısını öğrendi. Ordu ile birlikte Abaza Paşa isyanının bastırılması için Erzurum’a gitti. 1626 yılında gerçekleşen Bağdat seferine katıldı. 1630 yılında, Hemedân ve Bağdat seferlerinde Hüsrev Paşa ile birlikte bulundu. Bu yolculuk esnasında uğradığı kentleri özellikle Bağdat kuşatmasının değişik safhalarını daha sonra kaleme alacağı Cihânnümâ ve Fezleketü’t-Tevârîh isimli eserlerinde geniş olarak anlatmıştır.

1633-1634 yılında Hac farîzasını ifa etmek üzere Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’ye gitti. Dönüşünde Diyarbekir’de kışlamakta olan orduya katılarak bir süre burada yörenin önde gelen ilim adamlarıyla tartışmalı ilmî sohbetler yaptı. Diyarbekir’de tartıştığı konulardan bir kısmını daha sonra kaleme alacağı Mîzânü’l-Hakk isimli eserinde nakledecektir. Ertesi yıl katıldığı IV. Murad’ın Revân seferi ile ilgili gözlemlerini, Fezleke isimli eserinde oldukça geniş biçimde anlatmıştır.

Revân seferinden sonra kendisini tamamen ilmî çalışmalara veren Kâtip Çelebi, kendi tabîriyle küçük cihaddan büyük cihada (cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere) dönmüştür. Tarih, tabakât ve vefeyât türü eserlere tutkun olan bilgin, Halep’te iken sahaf dükkânlarında gördüğü kitapların isimlerini yazmaya başlamış ve bir kısmını da bizzat satın alarak özel bir kütüphane kurmaya çalışmıştır.

İstanbul’da bulunduğu sırada vefat eden oldukça zengin bir akrabasından kalan yüklü bir mirasın üçte birini (300.000 akçe kadar olduğu söyleniyor) kitap satın almaya harcamış, kalan paranın bir kısmıyla da Fatih Camii’nin kuzey tarafında yer alan babasından kalma evi tamir ettirerek evlenmiştir.

Görüldüğü gibi bir bürokrat olarak Osmanlı Devleti’nin işleyişindeki eksiklikleri yakından görmüş ve bir entelektüel olarak bunları “lisan-ı münasib” ile eleştirmekten geri kalmamıştır. Özellikle Düstûrü’l-Amel ve Mizanü’l-Hak isimli eserlerinde bunu açıkça görmekteyiz.

Kâtip Çelebi’nin bilgiye ve bilginlere verdiği değerden, özellikle de coğrafyaya yaptığı vurgudan biraz bahsedebilir misiniz?

Kâtip Çelebi’nin, çok iyi Arapça bildiğini görüyoruz. Başta Keşfü’z-Zunûn olmak üzere Arapça kaleme aldığı eserler onun bu alandaki üstün başarısını göstermektedir. Ancak Cihânnümâ’yı yazarken Latince öğrenmeye çalıştığını da kendisi haber vermektedir. Daha da ileri giderek bu kitabın kenarına düştüğü notlardan onun bu dile oldukça vakıf bulunduğunu söyleyebiliriz.

Görebildiğimiz kadarıyla, Osmanlı’nın kuruluşundan XVIII. yüzyılın başlarına kadar Batı ile Kâtip Çelebi’nin ilgilendiği kadar yakından ilgilenen başka bir Türk ve Müslüman bilgin yoktur. Ancak Batı’yı çok yakından tanıdığını da söyleyemeyiz. Fakat Batı emperyalizminin hedeflerini çok önceden fark eden Müslüman ilk düşünür olduğu bir gerçektir. Bilimsel keşiflerin Batı’ya sağladığı imkânları ve bunun Osmanlı Devleti için doğuracağı tehlikeleri görüp değerlendiren Kâtip Çelebi, bu konuda yapılması gereken şeyleri bir bir sayıp dökmekle kalmaz, aynı zamanda bunun doğuracağı emperyalist hedeflere de dikkat çeker. Bu nedenle de devleti yönetenlerin mutlaka Coğrafya bilmeleri gerektiğini bildirerek şöyle der: “Bütün yeryüzü ahvâlini bilmek kolay olmasa bari Osmanlı ülkesinin şekli (haritası) ve çevresinde ortak sınırları bulunan ülkelerin bilinmesi icap eder ki bir yere sefer etmek ve asker göndermek gerektiğinde ona göre tedarik görülür. Düşman vilayetine girmek ve sınır boylarını koruyacak tedbirleri almak ancak bununla mümkün olur. Yerli bile olsa bu konuda, bu fenden habersiz kimselerle istişare etmek doğru olmaz. Çünkü nice yerli vardır ki kendi memleketini iyice bilip anlatmaktan acizdir. Ve bu ilmin lüzûmuna şu delil yeterlidir: Yere batası kâfirler, bu ilimlere önem ve değer vererek Yeni Dünya’yı (Amerika) bulup Sind ve Hind limanlarına yayıldılar. Venedikli tâifesi gibi hor ve hakîr bir kavim ki küffâr hükümdârları arasında rütbesi Düka pâyesinden ibarettir ve aralarında “balıkçı” unvanıyla meşhurdur, Osmanlı İmparatorluğu’nun boğazına (Çanakkale Boğazı) gelip Doğu’ya ve Batı’ya hükmeden şanlı devlete karşı koymuştur.

Çağdaş araştırmalarda Kâtip Çelebi ve İbn Haldun ilişkisine dikkat çekiliyor, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Tarihimizde Kâtip Çelebi’nin üstlendiği misyonu yürüten benzer isimlerden söz edebilir miyiz?

Osmanlı bilim ve düşüncesinin mümtaz şahsiyetlerinden birisi olarak Kâtip Çelebi, son asırlarda İslam dünyasında yetişen büyük bilgin ve düşünür, bir aydınlanma emekçisi, XIX. yüzyıl Osmanlı modernleşmesinin fikir babası ve itici gücü konumundadır.

Yazdıklarının felsefi derinliği olduğu muhakkak. Özellikle Keşfü’z-Zunûn’daki ilimler tasnifi ve bu ilimlere dair verdiği bilgiler onun entelektüel derinliğini göstermektedir. Ayrıca Mizanü’l-Hak isimli eserindeki tespitleri de onun bu konudaki yeterliliğinin şahididir. Ancak onun bir felsefeci olduğu ve doğrudan felsefeye ilgi duyduğu söylenemez. O dönemin pek çok Osmanlı aydını gibi, Kâtip Çelebi de İşraki geleneğe mensup bir düşünürdür. Bu nedenle Felsefe, Kelam ve Tasavvuf’un içinde yer aldığı İlahi Hikmet anlayışını benimsemekte ve buna bağlı olarak da Bâtıni ilimlerle yakınlık duymaktadır. Hatta ömrünün sonlarına doğru sağlık sorunları nedeniyle Simya ve gizli ilimlerle şifa bulma merakının arttığını kendisi söyler. Dolayısıyla ona, filozof demekten çok teosof demek daha doğru olur. Kâtip Çelebi İbn Haldun’un genel tespitlerini çok dikkate almakla berber onun bütün teorisini yakından tanıyıp değerlendirmiş değildir. Ancak tarih tezinde İbn Haldun umran telakkisinden çok yararlandığı görülmektedir. Ona bir İbn Halduncu demek gerekir mi bilmiyorum.

Sizce ülkemizde Kâtip Çelebi’ye gereken ilgi gösteriliyor mu? Dünyada Kâtip Çelebi’ye gösterilen ilgi ne düzeyde?

Sizin Kâtip Çelebi ile ilgili pek çok bilimsel ve kültürel etkinliğe katkılarınızı biliyoruz, önümüzdeki dönem için Kâtip Çelebi ile ilgili planlarınız var mı? 2009 yılı, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın çabalarıyla UNESCO tarafından bütün dünyada, Kâtip Çelebi yılı olarak ilan edildi. Bu vesile ile medeniyetimizin yüz akı olan bu değerli bilim adamımızın hem ülkemizde, hem de dünyada tanıtımı amacıyla Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nde (MEDAM), uzmanlardan oluşan bir kurul kurduk. Bu kurul yaklaşık altı aydır çalışmalarını sürdürmektedir. Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi (MEDAM), Başbakanlık Medeniyetler İttifakı Türkiye Koordinatörlüğü, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Atatürk Kültür Kurumu Atatürk Araştırmaları Merkezi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ ve California San Bernardino State Üniversitesi’nin işbirliği ile ulusal ve uluslararası bir dizi etkinlikler yapmayı planladık.

Benzer konular

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir